12 Ekim 2015 Pazartesi

Şike Davası'nın tek mahkumu ben oldum

Temmuz 2011 – Ekim 2015… Tarihin bu süreci ülkemizde Şike Davası’yla anılacak. 4 yılı aşkın süreç sonunda tarihi şike davasından herkes aklandı. Bir ben hariç…
Adaletin verdiği son karar sonrası şikenin kumpas olduğu tespit edildi. Hapis yatan, yargılanan herkes beraat etti. Şimdi konuşulan kimin nasıl tazminat davası peşinde koşacağı…
3 Temmuz 2011 sabahı muhtemelen kolay kolay unutulmayacak. Şike var mıydı yok muydu? Ne boyuttaydı? Tüm bu sorular artık tarihe gömüldü…
Şöyle bir bakıyorum da… Elbette bu işten çok kişi zarar gördü, mağduriyet yaşadı. Ancak 2015 ekim ayı itibarıyla herkes yerinde devam ediyor. Yüce adaletin verdiği karara saygı duymak herkesin boynunun borcu. İtiraz makamları isteyen için hukuksal olarak vardır. Ben bunlara karışmam, karışacak bir bilgim de yok. Çoğu insanın yaptığı bilinçsiz ukalalığı ise hayatım boyunca benimsemedim. Tarzım olmadı.
Tek bir şey biliyorum. O da şike davası sonrası 2015 ekim ayı itibarıyla tek mağdur olarak ortada benim kaldığım…
O günlere kısaca dönersek… Olay patladı. 1 ay sonra ben şike davasına müdahil olduğum gerekçesiyle çalıştığım Sabah gazetesinden çıkartıldım. Yanlışım hatırlamıyorsam ama tek işinden olan gazeteci bendim. Ve şike davasına müdahil olduğum iddia edilmişti.
Oysa ki ben şike davasının hiçbir zaman içinde yer almadım. Yargılanmadım. Yalnızca bir kez şahit olarak çağrıldım. Altını çiziyorum, çağrıldım. Götürülmedim. Tek bir soru soruldu. Sonra da evime döndüm. Sonrası da olmadı…
Bu arada 5 Ağustos 2011 itibarıyla Sabah Gazetesi’nden çıkartıldım…
Gazetecilik etiğine aykırı davrandığım gerekçesiyle 10 yıllık tazminatım, çocuğumun rızkı bana verilmedi…
Doğal olarak yüce Türk adaletinin kapısını çaldım. Halen davam sürüyor. Hukuk okumadığım için anlayamadığım bir boyutlara geldi. Bu arada davanın ilk ayağını kazandım. Karşı taraf yargıtayda bozdu. Sonrasında kaybettim, ben yargıtayda bozdum. Ardından yine kaybettim. Şimdi yine yargıtayda. Kararı bekliyorum…
Bu arada şike davasında gelişmeler birbirini izledi ve benim davam sürerken şike dosyası kumpas olduğu gerekçesiyle iptal edildi…
Bu noktada benim durumum ne, anlamakta zorlanıyorum…
Israrla hep söyledim… Beni sevdiğim mesleğimden, ekmek paramdan, çocuğumun rızkından eden Sabah Gazetesi’nin tepesine yerleştirilen ve çıkışıma neden olan Serhat Albayrak’a hakkımı hiçbir zaman helal etmeyeceğim. Müslüman insan olarak bilinen Serhat Albayrak’ın bir çalışanın ekmeğiyle bu kadar kolay oynaması soru işaretidir. Üstelik bu şahıs çok istememe karşın asla benimle o zamanlarda konuşmamıştır…
Şimdi şike davası sona erdi. Öyle bir şey yokmuş…
Peki…
Ya ben ne olacağım?
Elimden alınan mesleğim…
Kaybettiğim 4 yılım…
Bunların karşılığını kim verecek?
Şike Davası spor medyasına ‘üstün’ kalemler kazandırdı… Usta yorumcular türedi… Bir çok insan bu süreçte farklı noktalara gelerek ciddi de paralar kazandı…
Peki benim durumum?
Niye ben bu işin tek mağduru oldum?
Olmayan bir davada yer almamış olmama karşın ben niye bedel ödedim?
Keşke bu ülke daha şeffaf olsa da birileri veya ben Serhat Albayrak’a bunları sorabilse…
Yüce adalete inancımı yitirmemek için sürekli bir gayret içindeyim…
Beklemeye hep devam ettim, hala bekliyorum…
Beni üzen noktalardan biri çok iddialı gözüken sektörümde de zaman zaman yaptığım çıkışlara cevap gelmemesi oldu… Yüzyüze geldiğimde ‘Hakikaten sana büyük ayıp edildi’ diyen bir çok belli yerlerdeki isim, ardından 3 maymunu oynayıp durdu…
Durumumu bilmeyen olduğunu sanmıyorum… Ama görmek isteyen hiç olmadı…
İnancımı kaybetmeden devam ediyorum… Başta Serhat Albayrak  olmak üzere çok insana hakkımı asla helal etmiyorum… İyi Müslümanların bunu aslında kendine dert etmesi gerekir ya neyse…
Bu süreçte hep yanımda olanlar da oldu. Belki çok değiller ama kendilerini bilirler… Onlara müteşekkirim, hakkım da sonuna kadar helal olsun… Dilerim o insanlar yaşamları boyunca hep adaletle karşı karşıya yaşarlar… Haksızlıkla, zülumla, adaletsizlerle değil…
Bana demişlerdi…
‘Bu ülkede herkesin yaptığı unutulur. Olan hep aynı insanlara olur. Gün gelir, bu şike davasının tek mağduru sen olursun’
Gerçekten de öyle oldu…

Yazık…

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Anneler Günü'nü yaşamak...



Çok dönemler yaşadım hayatımda…
Çocukluğum… Okul hayatım… Üniversite yıllarım… İşe atılışım ve sonrası… Özel hayatım… Canımın, kızımın hayata, hayatıma adımı… İyi ve kötü günlerim…
Bunları kuşkusuz tek ben yaşamadım… Herkesin yaşamının kesitleri bunları…
Tüm bu yaşam perdelerimde annemdi başrol oynayan…
Mutlaka herkesin de başrolündeki isim çoğunlukta aynıydı…
Anne…
4 harf, bir kelime… Ama başka bir şey…
Kuşkusuz babalar da çok önemli insan hayatında. Hatta bana göre erkeklerin hayatında babalar, adı çok telaffuz edilmese de büyük önem taşırlar…
Ama söz konusu anneyse bir başka oluyor…
Baba kızar, anne sığınılan limandır…
Başa bir dert gelir, annedir dinleyen…
Bir mutluluk yakalanır, arka plana kaçan yine annedir…
Baba ‘Bu benim çocuğum’ diye böbürlenirken anne sessiz kalan taraftır…
Bunu da hisseden çocuklardır, annelerine düşkün çocuklar…
Bir kızım var… Her türlü yalakalığı yapıyorum ama tercih söz konusu olunca, kızımın tercihi annesi oluyor…
Kızamıyorum… Çünkü benim de her daim tercihim annem olmuştu o yaşlarda…
Bugün onların günü…
Ne yapsanız onları, anneleri kandıramazsınız… Bunu bilerek bugünü yaşamak da fayda var…
Yani…
Bugün annenize bir hediye de alsanız… Onu bir yere de götürseniz…
Eğer içten değilseniz onu kandıramazsınız…
Çünkü o sizi içinde taşımıştır… Sizi en iyi o bilir…
Bu nedenle…
Anneler Günü’nü bugün sembolik olarak kutlayın. Ama her gün yaşayın…
Her anneye saygı göstermek de yaşam felsefemiz olmalı…
Hani olmasalardı olmazdık dediğimiz insanlar onlar…
Tüm annelerin önünde saygıyla eğiliyorum…
İyi ki varsınız…
Dileğim, yaşamınız boyunca anne şefkatinizin eksik olmadığı çocuklarınızdan aynı duyguları hissetmeniz…
Gerisi boş…

7 Mayıs 2015 Perşembe

Uzak kalmak iyidir

İyi gelir insana bazen yaşam düzeninden uzak kalmak… Belki de bu nedenle tatili, bir yerlere gitmeyi severiz… İyi geldiği için…
İyidir gitmek de… Bir de dönüşü vardır… ‘Keşke dönmeseydim’ diyorsanız, o gidiş size iyi gelmiş demektir…
Bir süre ben de gittim, ailemle. Almanya oldu rotamız. Artık 2. evimiz gibi hissettiğimiz yerleri dolaştık, dostluğun ötesine geçtiğine inandığımız kişilerle vakit geçirdik.
Onlar kendilerini bilirler… Hepsine teşekkürler evsahiplikleri ve sıcaklıkları için…
Bugün bana ‘Bir fırsatın var, ne isterdin’ deseler. Onların yanına gitmeyi tercih edeceğimi hepsi biliyor…
‘Neden’ diye soracağınızı sanmıyorum ama soran olursa… Evet, ülkemi seviyorum. Son 4 yılda kimin kim olduğunu daha iyi keşfettikten sonra dostum dediğim insanların yanında olmak keyif veriyor. Hele bazıları var ki… Dilerim hiç yanımdan ayrılmazlar…
Ancak söz konusu medenice, insan gibi yaşamaksa… İşte bu noktada tıkanıp kalanlardanım…
Benim de bir yaşamım var, orada yaşayanların da… Neden ben sürekli endişe içerisinde yaşayayım.. Neden medeni insan kuralları içinde özgürce olmayayım.. Neden çocuğumun geleceği için sürekli panik içinde olayım.. Neden mesleğimi yapamaz hale geleyim.. Neden sokakta sürekli ezilme veya kavga korkusu taşıyayım.. Mesela neden futbolu bu kadar severken hiç saha içinden değil de sürekli saha dışından konularla bu sevgimi körelteyim.. Neden siyaseti hiç sevmezken onu yaşamamın bir parçası olarak görmek zorunda kalayım…
Bu ‘neden’leri alabildiğine çoğaltmak mümkün…
Bu yazı biraz daldan dala olacak, idare edin…
25 Nisan 15.35 uçağıyla Köln’e uçacaktık. Sabah saatlerinde Milano THY uçağının kanatları alev almış. Çok şükür, kazasız belasız atlatılmış. Ama kriz kapıya dayanmış. Aynı gün iptal edilen 45 uçaktan biri bizimkiydi. Ne yapacağız derken 19.00 Frankfurt uçağına yer var dediler, tamam dedik. Ama uçak 9 saat rötarlıymış, ‘Neden o zaman 04.00 uçağı demiyorsunuz’ dedim ama cevap alamadım. Neyse… 3000 bagajın birbirine karıştığı söylendi. 12.30 gibi girdiğimiz havaalanından bagajları bulup çıkmamız 19.00’u buldu. Ev Kadıköy… Cumartesi trafiği. Havaalanı civarında 6-7 saat konaklama şansı yarattık. Tekrar alana gidip Frankfurt’a inmemiz sabah 07.00’yi buldu. Bu arada ortada kalanlar, bagajı kaybolanlar, kavga edenler, 7 aylık bir bayanın doğum noktasına gelişi, Viyana’ya 6 aylık bebeğiyle bitmeye çalışan bir genç hanıma yetkilinin ‘Sizi Rotherdam’a yollayalım, ordan geçersiniz’ demesi sonrası ağlama krizine girişi… Ve tüm bunları 4,5 yalında kızımla yaşayışımız…
Evet, THY birçok konuda çok ileride bir kurum. Özellikle uçak içi servisleri mükemmel. Uçuş sayıları, konforları… Sponsorlukları falan gurur verici. Ama bir de kriz yönetimi diye bir durum var. Öyle bir gün yaşadıktan sonra insanın aklından çok farklı şeyler geçiyor!
Dönüşü Köln’den yaptık. Tam saatinde kalkıp tam saatinde, 14.30’da tekerlek yere değdi. Bir pasaport kuyruğu ve köprü trafiği. Eve giriş 19.30…
Bu da insana ‘Oradakiler de biz de insanız. Niye çeken taraf biz oluyoruz’ dedirtiyor!
**** 
Bu ziyaretim sırasında 2 farklı gözlemim oldu..
Herborn Almanya’da kendimi çok rahat hissettiğim bir yer. Orada iyi dostlarım oldu. Her gidişimde sağolsunlar, sohbetlerini esirgemezler. Konu ülke durumuna geldiğinde herkes kendince sıkıntılarını, dertlerini, özlemlerini, görüşlerini dile getirir dururdu. Bir şeyleri överken bir şeyleri mutlaka eleştirirlerdi. Bu gidişimde oradakilerin artık ülkemizin karışık durumundan son derece umutsuz olduklarını görmek beni üzdü. Bir beklentileri yok gibi geldi. Hani klasik deyimle memleket meseleleri hiç konuşulmadı… Üzüldüm onların bu kopuk durumlarına…
Bir de zamanındaki işim gereği futbol dostlarım var orada. Çok maç seyretmişliğim olmuştur Herborn’de. Gurbet elde tribün yapılır, maçlar toplu seyredilirdi. Sabahtan muhabbeti başlar, bir gün sonrasına kalırdı. Hani bazen futbolun bu kadar konuşulmasının yoğunluğundan bezdiğim anlar bile olurdu.
Fenerbahçe’nin Bursa’daki kupa maçı denk geldi o tarihe. Oldukça da önemli bir sınavdı…
İşin acısı maçı tek başıma seyrettim. Arada 2-3 kişi skor sordu. O kadar. Hani diyoruz ya bizlerin futbol aşkı köreldi diye… Ülkemizdeki futbol kaosu oralara da vurmuş. Hem de daha ağırından. Artık Türkiye’deki futbol onların o kadar ilgisini çekmiyor…
Şaşırdım mı? Evet… Bu kadar ağır kopmuş olmalarına şaşırdım…
Emeği geçenlerin eline sağlık!
****
1 hafta olaylardan uzak kaldıktan sonra döndüm. Bir süre gözlemledim. Beklediğim gibi, değişen bir şey yoktu!
Fenerbahçe ile devam edelim…
Trabzon’daki kurşunlanma sonrası ‘Faiiler bulunana kadar maçlara çıkmayacağız’ nidaları. Sonra ‘U’ dönüş. Gerekçe en kısa zamanda faillerin yakalanacağı sözü… Ardından Bursa’da taşlanan otobüs. İzmer’de Fenerbahçe ile Beşiktaş taraftarlarının kavga görüntüleri. Akhisar Galatasaray maçında bıçaklanma… Alt liglerde aynı olaylar…
Ders almayıp dersleri boş geçirme arzumuz tüm hızıyla sürüyor…
3 Temmuz sonrası hep aynı şeyi dedim… Futbolumuzda Fenerbahçe dahil tüm yerlerde yüzler değişmeli… Aksi takdirde çıkar kavgaları ön plana çıkacak…
Şimdi yaşananlara bakıyorum… Kenan Evren Lisesi yanındaki arazi için kavga. Verilen sözü tutmamak nerede yazar bilemem. Dedikodular Pendik’te düşünülen kompleks için söz konusu arazinin iptal edileceği yönünde. Bir Topuk Yaylası tehlike sinyalleri dolaşıyor. Tam bunlarla gündem oluşmuşken Kayseri maçı için tribün kapama cezası…
Bu bir gerçek ki Fenerbahçe’nin çok üzerine geliniyor.
Ama bunun nedenini de düşünmek lazım?
Bana göre 3 temmuz sonrası yaşananlar ve tarafların güç savaşıdır bu. Zarar gören de Fenerbahçe oluyor. Herkes gücünü ispatlama derdine girince koca camia kaoslar içinde çalkalanıp duruyor…
Yazık…
Keşke 3 Temmuz sonrası yeni isimler olsaydı. Bunu he savundum…
O tarihten bu yana Fenerbahçe hiçbir kavgasından galip çıkamadı. Avrupa yasakları… CAS’tan tazminat iddiaları ve davayı geri çekiş… Süren mahkemeler… Hala da ortaya çıkıp iddialı sözler ve havada kalan laflar… Takımı komple öldürme teşebbüsü sonrası ‘Maçlara çıkmayacağız’ diye ortaya çıkış gibi…
****
Bu arada Topuk Yaylası da anlayamadığım bir yatırımdır. Gidenlerin söylediği doğrultusunda inanılmaz güzellikte bir tesis olduğuna eminim. Bölge içinde ışıl ışıl bir yer olduğu söyleniyor, mutlaka doğrudur. Ama takımın maksimum 3 hafta kamp yapacağı ( o da en iyimserinden)  bir ortam için bu yatırım mantıklı mı, çözemedim gitti. Üstelik hazırlık maçı önemliyse şartların Boluspor ve Düzcespor ile kısıtlı kaldığı bir ortam. Farklı zamanda giden sporcular mutlaka vardır ama daha ziyade tatil merkezi olarak kullanılan bir ortam havası veriyor uzaktan.
Keza Ankara’daki tesisler.. Ne kadar mantıklı…
Ve Fenerbahçe’nin kalbi Kadıköy, Dereağzı tesisleri… Onu söküp Pendik’e taşımak ne kadar uygun… Düşünüyorum, çözemiyorum. Dereağzı sporcu yuvası olarak Fenerbahçe’nin kalbidir ve öyle kalmalıdır.
Fenerbahçe öncelik verecekse önce üniversiteye vermeli. Yıllardır çözülemeyip havada kalan konulardan biridir. Fenerbahçe camiasına bir üniversite yakışır ve bu konuyu yıllardır yönetim çözememektedir.
Statın yanındaki arsaya gelince… O da Fenerbahçe’ye yakışır. Çünkü Fenerbahçe ile Kadıköy ayrılmaz bir bütündür. Yetkili bakan ne kadar arsanın maddi hesabını falan ortaya koysa da bazı şeyler para ile kıyaslanamaz. O arsanın yerinin olduğu gibi… Çok değerliyse Fenerbahçe ile masaya oturulur ve bu ülkenin en büyük kulüplerinden biri olan Fenerbahçe’ye fayda getirecek bir projede ortak nokta bulunur… Devletler büyüklüklerini böyle gösterir…
Ama en başta dediğim noktaya geliyor bu konu… 3 Temmuz sonrası güç savaşları iyice kendini göstermeye başladı… Bundan da zararı Fenerbahçe görüyor… Bunu da sağlıklı Fenerbahçelilerin tartması lazım…
Bu arada son kapatma cezasının geldiği tribün de manidar… Bunu da not etmek lazım!
Ne mi gerekiyor? Stata komple seyirci alınmazsa ceza da gelmez…
****
Neyse…
İstanbul’un en güzel mevsimi kapıda… Gönlümüzün bir yarısı Almanya’daki dostlarımızda kaldı. Şartlar ne olursa olsun ülkede de sevdiklerimizin yanında olmak keyifli…

Baharı doya doya yaşamanız dileğiyle…

18 Nisan 2015 Cumartesi

Medyayı eleştirmem!

Önce anlatılanla başlayalım…
‘’Efendim… Bildiğiniz üzere Fenerbahçe’nin Trabzon’da katledilmeye çalışılmasının ardından olağanüstü durum ilan edilmişti… Çeşitli girişimler oldu, futbol ve spor dünyasına çekidüzen vermek üzere. Bunlardan birinde de lig takımlarının kaptanları Cumhurbaşkanı ile bir araya geldi. Bu toplantıda kaptanlar 2 spor programından, onun katılımcılarından şikayette bulunup rahatsızlıklarını dile getirmişler…
Bugün Cumhurbaşkanı, bisiklet turuna katılıp pedal çevirdi. Bu organizasyon sırasında kalabalığı yarmayı başaran bu 2 programın yetkilisi, kısa bir süre de olsa Cumhurbaşkanı ile bir araya gelmişler. Elbette ne konuştuklarını yalnızca bu 3 isim biliyor. Ancak 2 programcının hemen bu buluşmasının hemen ardından aralarındaki konuşmaya şahit bir tanıdıkla tesadüfen konuştum. Anlattığına göre biri diğerine ‘Mesajı aldık sanırım. Bundan sonra frene basalım, birbirimizi gaza getirmeden sakin programlar yapalım’ demiş…’’
Şimdi durup dururken bunu, şahit olmadığım bir olayı güvendiğim bir dayanak doğrultusunda niye yazdım…
Malumunuz, yazdığım futbol yazılarında yoğunlukla Fenerbahçe üzerinde zaman zaman eleştirilerim, zaman zaman da eleştirilerime kızanların görmediği beğenilerim oluyor. Bunu yaparken 2 gerekçem var. İlki Fenerbahçe’nin bildiğim, 20 yıla takip ettiğim bildiğim bir kulüp olması. Diğer kulüpleri o kadar tanımam, yapılarını bilmem. İkinci gerekçem ise Fenerbahçe’nin kapımın önü olması. Ve her zaman kapımın önünün temiz olmasını prensip edinmişimdir. Kapımın önü temiz olduktan sonra gerisi beni ilgilendirmez… Başarı kadar Atatürk ilkelerine bağlı yönetici ve sporcuların yer aldığı, idaresi, içinde bulundurduğu kişiliklerin örnek olması benim için başarıdan çok daha önemli… Başarı zaten Fenerbahçe’yle özdeş bir kavram… Yazdıklarım doğrudur demiyorum… Zaten düşüncelerimi dile getiriyorum ve edep kuralları içinde bana yanaşan herkesle de yazışmaya, dertleşmeye gayret ediyorum…
Beni eleştirenler çok suçladıkları medyayı da niye hiç eleştirmediğimi soruyorlar, yazıyorlar. Beni görmezden gelmekle suçluyorlar…
Artık buram buram siyaset kokan medyadan bir görüntüyü yazmaya çalıştım, nacizane…
Hangi medyayı eleştireceğim…
Ben bu işin üniversitesini okudum. 20 yıl emek verdim. Sonrasında çoğunluğunuz bildiği bir olayla işsiz kaldım. Tekrarlamaktan bıkmayacağım… Hakkımı asla helal etmeyeceğim Serhat Albayrak isimli bir yöneticinin ilgisiz suçlaması sonrası açığa çıktım. Ve eleştirmem beklenen medya bana başka kapı açmadı, açamadı… Süper bir gazeteci değildim ama bu ortamda her zaman iş yapacak biri olduğum kanısındayım…
Bu işe girerken spor müdürleri vardı. Kimileri göreve devam ediyor. Zamanında o müdürler fırtına gibi eserken benim gibi zamanın her genç muhabiri, hangisinin yanında çalışsa mutluluk duyacağını konuşurdu. Çünkü bundan 15-20 yıl önce gazetecilik yapılıyordu. Şimdi haberini duymadığımız, bilmediğimiz müdürler ve geçmişe sünger çekip sessiz sedasız işlerini yürüten eski müdürlerle medyayı yönlendiriyor. Bir filmin ismi gibi, patron ne olmasını istiyorsa o oluyorlar artık…
Mesleğe adım attığım genç yaşlarımda örnek aldığım isimler vardı. Onların da çoğunluğu devam ediyor. Ama süt dökmüş kedi gibiler. Halbuki onlar gibi muhabir, yazar olmak hayalindeydim o zaman. Asla ait oldukları kurumların baskılarına boyun eğmezlerdi. İnandıklarını savunurlardı. Kovulmak dert değildi, zira onları alacak başka gazeteler vardı. Şimdi gibi 2-3 oluşumun tekelinde değildi bu işler…
Mesleğimi yaptığım yıllarda habercilikte tüm gazeteci arkadaşlarım ebedi dost, ezeli rakiplerimdi. Konu haberdi ve kıyasıya yarışırdık. Deyim yerindeyse yılların nasıl geçtiğini bu çekişme içerisinde anlamadım. Bir haber bulduğumuzda ‘Girmez’ diye bir düşünce yoktu bizlerde. Yalnızca müdürler inansın, yeterdi… Ayrıca o dönem ‘ısmarlama haber’ de söz konusu değildi. Şimdi aynı arkadaşlarla sohbet ediyorum. Haber umurlarında değil, çünkü artık neyin girip girmeyeceğini anlar hale geldiler, tecrübeleriyle… Ellerinde onlarca haber var, kimilerine bana anlatıyorlar. Ama o haberler giremiyor çeşitli nedenlerle… Artık onlar için tek dert, aybaşında geçimlerini sağlayacak maaşlarının hesaba yatması.
Beni daha çok Fenerbahçelilerin tanıdığını, okuduğunu tahmin ediyorum. Ve içlerinden bazıları Fenerbahçe’yi, Fenerbahçe medyasını çok iyi bilirler… Şöyle bir baksınlar yıllarca takip ettikleri Fenerbahçe medyasının hangi görünümde olduğuna… Geçmişte de çok şikayetler olurdu ama insanoğlunu mutlak mutlu etmek mümkün değildir. Merak ettiğim o günleri mi daha çok seviyorlardı bugünleri mi…
Geçmişte TV’lerdeki spor programları ciddi habercilik kokardı. Örneğin hiçbir kulüp muhabiri yıllarca Lig TV’nin gece 12 haberini izlemeden günü kapatmazdı. Çünkü o haber bülteni habercilik açısından ciddi bir tehlikeydi…
Benden şimdi hangi medyayı eleştirmemi istiyorsunuz?
Yol kenarındaki ineklerle röportaj yapan, stüdyoda cacık partisi veren, uzaylıları programına konuk eden medyayı mı? Eski futbolcu veya sanat dünyasından isimleri programlarına çıkartıp saatlerce kavga ettiren medyayı mı? Hayatında bir habere imza atmamış, tesislerine, idmanına adım atmadığı kulüpler hakkında yine saatlerce konferans verenleri ekrana çıkaran medyayı mı? Mehmet Baransu, Rasim Ozan gibi sporun içinde ne aradığı meçhul isimleri yıldız gibi öne sürerken bu işin yıllarca takipçisi olan onlarca emekçiyi görmezden gelen medyayı mı? Buram buram siyasi mesaj kokan spor programlarıyla görüntüsüz, insanların saatlerini çalan medyayı mı?

Sevgili dostlar… Ben medyayı eleştirmem, eleştirmeyeceğim… Çünkü ülkemizin bu ortamında eleştirilecek bir spor medyası bana göre yok… Tirajlara göre de, izlenme oranlarına, izleyen kitlesinin eğitim düzeyine göre de yok… Hatta tribünlere bakarsak… Bir spor da yok ki medyası olsun…

13 Nisan 2015 Pazartesi

Doğum günün kutlu olsun babam..


         Yaşasaydın bugün 83 yaşına basmanı kutlayacaktık…
    Muhtemel sen, ben, annem, göremediğin eşim ve torunun beraber pasta kesecektik…
    Ve yine muhtemel, yaşın itibarıyla ihtiyarlığının tüm zorluklarını bize yaşatıyor olacaktın.
    Zaten çizgileri olan zor bir adamdın, iyice zorlaşmış olacaktın…
    15 yıla yaklaşıyor yokluğun…
    Biliyordum tüm zorluklarına karşın en büyük gücüm olduğunu ama bu kadar hissetmiyordum açıkcası…
    Keşke olsaydın… Tüm kaprislerinle ama bir o kadar iyiliklerinle, keyifli anlarındaki neşenle ve ileriyi gören o aklınla… Olaydın keşke…
    Şu son 4 yılımda olman çok gerekirken benim için çok erken gittin. Kaderimle oynayanlar kazanırken sen yanımda olsaydın, ben onları kazanmış saymazdım…
    Kaçarcasına gittin… Torununu bile göremedin…
    Ama benim için en önemlisi… Bugünlerimde yanımda olmadın… En olman gereken zamanda…
    Bugün doğum günü babamın… Onsuz geçen doğum günlerinden biri…
    Siz siz olun… Yaşarken babanızın veya oğullarınızın kıymetini çok iyi bilin… Biz zamanında çok sudan sebeplerle küserdik… Onca yıldır yok… İki su damlası kadar bile bir araya gelemedik…
    Yalnız babalar oğullar değil… Yaşayan herkes birlikteliğinin kıymetini, kıymet bilenlerle değerlendirmeli…
    Bir gün göçüp gittiğimizde arkamızdan bizi en çok kimler düşünecek, unutmamak lazım…
    Ve onlardan bugünlerimizde daha fazla zamanı esirgememeliyiz…
    İyi ki doğmuşsun baba…

4 Şubat 2015 Çarşamba

Çorbacıdan Küba'ya...



Herşey Kadıköy’de bir çorbacıda Tamer’in ‘Red edemeyeceğiniz bir teklifim var: Küba’ya gidiyoruz’ demesiyle başladı…
Gecenin geç saatleriydi… İnsanoğlunun, hele Türk insanının hayal gücünün yüksek olduğu saat dilimlerindeydik… Herkes ‘He’ dedi… Bu ‘He’ diyenlerin peşini ise bırakmayan Tamer’di… Eklenenler çıkanlar derken bir baktık ciddi hazırlıklar başlamıştı…
Gerçekten gitmesi, görmesi zor yerlerden biriydi ama Tamer’in usta organizasyonuyla her şey kendiliğinden gelişti…
Ve 6 kişilik yolculuğumuz başladı….

Önce kısaca kahramanları tanıyalım…
Tamer: Grubun başkanı, işin mimarı. Benim diyen organizatörü solda sıfır bırakacak bir ustalıkla her sıkıntının altından kalktı. Hastalandı ama takım ruhunu aksatmadı…
Şahap abi: Grup lideri. Küba’da yaşayan Apo abinin yakın arkadaşı, dolayısıyla ikinci mimar. Grubun yaş olarak belki en eskisi ama o tempoda parmak ısırttı.
Mehmet abi: Güvenlik ve neşe sorumlusu olarak moralleri yüksek tuttu. İngilizce’nin İ’sini bilmeyen Kübalılarla İngilizce temas kurmaya çalışması takdir edilecek tablolardı…
Seçkin: Küba’da kalma süresi ile ‘Ola’ yani merhaba deyişini oranlarsak Küba tarihinin en sıcak turisti olmuş olabilir. Küba’nın sokak köpekleri sayesinde bayram etti, pizzayla tanıştı.
Hakkı: İnternet ve akıllı telefon olmadığı için halk belki anlayamadı ama Küba’nın selfie rekorunu kırmış olabilir. Sürekli kaybolma modundaki Seçkin ile grubumuz arasındaki iletişimde zorlandı.
Apo abi: 30 yıldır 12 ayın 6’sını Küba’da Holguin’de geçiren Apo abi olmasa, biz bugün hala Küba’da yol arıyor olabilirdik. Ülke şartları içinde her şeyin en iyisini yaptıysak eşi ile Apo abi sayesinde yaptık.
Janet: İçimizdeki Kübalı, Apo abinin eşi. ‘İyi insan’ kelimesinin karşılığı gibi. Pek Kübalıya benzetemedik. Birçok Kübalı bizi yeme fırsatı kollarken Janet, yolda kaldığımız gün arabadaki atıştırmalıkları ‘Ben yememeye alışığım, siz yiyin’ diyerek yemedi. Annemiz, ablamız, bizim deyişimizle bacımızdı 1 hafta boyunca…
Ve ben: 20 yıl oradan oraya gittim, bir şey yaşamadım. En uzağa gittim, belim tutuldu. Grubun fiyaskosu oldum. Janet’in iğneleriyle idare ettim…

Geçelim Küba maceramıza…

Az buz yol gitmedim hayatımda ama en uzunu bu olacaktı. Tam oldu! Çamlıca’da buluşma noktamızdan Havana’da otele girmemiz 26 saate yakın sürdü…
Açalım… Istanbul Moskova 3 saat. Aktarmayı bekleyiş 5 saat. Havana’ya uçuş 13 saat. Pasapaort işlemleri falan filan derken… Bizim gibi gidenin ilk günü direk çöp oluyor. Nereden aktarma yapılacaksa yapılsın, ortak kararımız aktarma şehrinde 1 gece kalmanın eğer gezi amaçlı gidiliyorsa çok daha mantıklı olacağı. 2 ayrı seçenek var Moskova dışında, Amsterdam ve Paris… Ve hiçbiri kolay değil… Çok iyi düşünülesi gereken bir nokta…
Uçakta iyi yer kapma çok önemli. Tamer gibi bir organizatörün ilk iş olarak koltuk seçimi yapması çok işimize yaradı. Ben ve Seçkin’in hafif uyanıklıklarıyla gidiş sırasında zaman zaman 2 ve 3 koltuklu alanlarımız oldu ama yol bitmek bilmedi…
Çizgi gözlerimizle Havana’ya indiğimizde duyduğumuz 80’lerin havaalanıyla karşılaştık. Pasaportta pek fazla sıkıntı yaşamadık. Ama tutarsızlık diz boyu. Ülkeye özel ayrı bir kağıttaki vizeyle giriyorsun. Kimimize o kağıta, kimimize pasaporta giriş damgası vuruldu. Birer bilgi fişi dağıtılmıştı uçakta, kimimizinki alındı kimimizinki elde kaldı. Problemsiz çıktık…

Apo abi ve Janet karşımızdaydı. İlk göze çarpan o eski arabalara 7 gün boyunca fazlasıyla alıştık. Apo abi 800 kilometre uzaktan, Holguin’den gelmişti. Araba kiralamıştı, araba alana 50-60 kilometre kala bozulmuş. Dolayısıyla yeni araba kiralandı.

Ve otele geldik… İlk bingo: Tamer 6 odayı
parası verilmek kaydıyla tutmuştu ama ayrılan odanın 2 olduğu söyleniyordu. 26 saat yol sonrası ortada mı kalmıştık, anlamak zordu. Neyse ki Tamer ve Şahap abinin 2 saate yakın uğraşları sonrası ilk gece 4 oda aldık.
2 gece kaldık Havana’da…

Aynen Apo abinin dediği gibi ülke ikiye ayrılıyor. Havana ve diğer kesim… Kesinlikle Havana keyifli bir kent ama bu benzer şehirler Avrupa’da da var. Havana ucuz değil. Turizmin tüm çıkarlarını doğal olarak kullanmaya çalışıyorlar ama ödenen paralarla alınan hizmetler örtüşmüyor…
Ülke halkı kendi içinde Peso kullanıyor. Yabancılar ise CUC… 1 CUC ortalama 1 dolar… Biz 1 CUC’a 2 ananas alıyorsak, Kübalının 1 ananasa verdiği verdiği 0.1 dolar karşılığını ancak buluyor. Parasal dengelerden gidelim… Pardon dengesizlikten… 
Ülkenin tıp eğitimi tüm dünyanın dilinde. Farklı memleketlerden tedaviye gelen çok insan var. Ama 1 doktorun kazandığı aylık 30 CUC’u geçmiyor. Öte yandan sokakta geleneksel kıyafetlerle fotoğraf çektiren yaşlı teyzeler kapıyı 2-3 CUC’tan açabiliyor. 1 günde 1 doktor maaşı içten değil… Havana kesinlikle ucuz değil 20-30 kilometre dışına çıktığınızda, hele de yanınızda Apo abi gibi şartları bilen biri varsa… İşte o zaman ucuz tatil başlayabiliyor…
Havana’da ilk 2 gün ve son gece kaldık. Oteller idare eder. 100 dolardan ucuzu yok. Ama ülkenin gelenekselleşmiş pansiyonculuğu çok daha mantıklı. Son gece Havana’da bir evde kaldım, hem de şehrin içinde. Her gidişimde orta kalırım, otelden iyi. Üstelik 35 CUC. Küba için fahiş bir fiyat ama aynı şekilde merkezdeki oteller 200-250 doları rahatlıkla bulur.
Konaklamadan devam edelim… Cienfuegos ve Trinidad’da casa particular denen evlerde kaldık. Çok rahat. Ülke şartlarında temiz. Hepsinde el üzerinde tutuluyorsunuz. Trinidad’da evsahibinden yemek istedik. Balıklı içkili adam başı 10 dolar verdik. Yarısı sofrada kaldı hazırlananların. Varadero tatil bölgesi. Oteller Antalya bölgesindeki otellerin 20 yıl önceki görünümünde. Bu arada Varadero’da da önceden ayarladığımız otelde odamız olmadığını söylemeleri, yangın çıkarmamız ve sonrasında hepimizin aslında oda numaralarına kadar ayarlamış olmaları sinir bozucuydu ama bozmadık sinirimiz! ‘Nasıl olsa parası ödendi, odaları başkalarına veririz’ gibi ucuz bir hesaptan başka hiçbir şeye yoramadık karşılaştığımız sahneyi.
Yani: Bize göre Küba’da önceden rezervasyon garanti çözüm değil…
Gittiğimiz yerleri özetleyeyim
Havana… Güzel, hareketli bir şehir. Demin de belirttiğimiz gibi, kesinlikle ucuz değil. Apo abi 1 yıldır böyle olduğunu ve Havana’nın daha da pahalı hale geleceğini söylüyor ki görüntü de o…
Kuşkusuz bizi en duygulandıran Atatürk büstü oldu. Ziyaret sırasında hepimiz çok gururlandık…
Plaza de la Revolution… Devrim Meydanı… 1 Mayıs’larda milyonu aşkın insanın toplandığı yer… Dev Camilo ve Che portreleri… Gittiğimizde boştu doğal olarak ama her turist grubunun mutlak uğradığı bir yer… Az Küba tarihine bakmış biri olarak insanın içi ürperiyor o devasa büyüklük içinde, yaşananları düşündükçe…
Eski Havana sokakları keyifli… Büyük Tiyatro binası, Devrim Müzesi derken tarihi yerlere meraklı kişilerin doyamayacağı yerler çok Havana’da…
Çok bahsettiğimiz tütün fabrikalarından birini Havana’da ziyaret ettik. Ne yazık ki içeride fotoğraf çekimi yasaktı. Aylık 15 CUC’a çalışan Kübalıların her yaprağını itinayla hazırladıkları purolar inanın bir sanat eseri aslında. Bunun böyle olduğunu ancak yerinde izleyince anladık hep beraber. Mehmet abinin tur sırasında bize
anlatan kişiye ‘Sigara içebilir miyiz’ demesi ve görevlinin ‘Elbette, burası tütün fabrikası. Başka ne içmeyi düşünmüştünüz’ demesi de unutulmazlarımız arasına girdi…
Cienfuegos ülkenin ana liman kentlerinden biri… Keyifli bir yer… Vaktimiz dardı ama aslında 1 veya 2 tam gün ayıralacak bir yer… Tercih kesinlikle casa particular olmalı…
Santa Clara’da Che’nin mezarlığı… Beni en etkileyen yer oldu. İçeride fotoğraf çekmek yasak.  2 bölüm var. İlkinde Che ve silah arkadaşlarının mezarları var. Herbirinin başına her gün yeni bir kırmızı karanfil konuyor. Bu bölümde ses tonunuz biraz yükseldiğinde yetkililer hemen uyarıyor. Öteki bölüm Che müzesi. Resimleri, kıyafetleri, eşyaları, yazılı hikayeleri derken özel bir insan olduğunu hissediyorsunuz… Burada değil bir anı satan mağaza, su bile satılmamasını yadırgadık. Halbuki bir hediyelik eşya standı kurulsa aslında ülkeye ciddi bir gelir kapısı olur. Zira Küba’ya gelen herkesin uğradığı bir yer sonuçta…
Trinidad… Arnavut kaldırımlarıyla çok şirin bir yer ama fazla görecek bir şey yok. Tek gün yeter. Gece meydan anında konser meydanına dönüşüyor. İzlemek eğlenceli ama danslarına ayak uydurmak oldukça zor. Turiste en çok rastladığımız yerlerden oldu…
Varadero… Matanzas’a bağlı tatil kenti. Haritaya baktığınızda bir çıkıntı olduğunu görürsünüz. 30 kilometre boyunca oteller yan yana… Ama turizm bizden ortalama 15 yıl geride. Dupont ailesinin bar cafeye dönüşmüş evini görmekte fayda var, tarih kokuyor. Ev şimdi devlete çalışıyor ama ambargo kalktığında halen ABD’de bulunan ailenin ne yapacağı merak konumuz oldu…

Kısaca buralar gittiğimiz, gördüğümüz yerler oldu…
Geçelim izlenimlerimize, anılarımıza, bir gün gidecek olanlara tavsiye olacak tecrübelerimize…

Küba İspanyolca bilmedikten sonra İngilizce dahil hiçbir dilin 5 para etmediği bir yer. Ancak otellerde bulursanız İngilizce konuşabilirsiniz. Havana ve Varadero dışında pek konuşan görmedik. Yani Apo abi ve Janet olmasa sıkıntımız büyük olurdu… Okullarda yabancı dil eğitimi ise son yıllarda ufaktan ancak başlamış…
Ülkede yanınızda bilen olmadıkça veya bir turdan değilseniz ulaşım inanılmaz bir dert. Otobüsler facia. Yollar otostopçu dolu. Doğru dürüst tabela hak getire.
Küba ateist insanların ülkesi ama son yıllarda din adamlarının çok yönlendiği bir yer. Nitekim uçağımızda da farklı kesimlerden din adamları dikkat çekti. Ve bunların sürekli halkı yönlendirmeye çalıştıkları anlatıldı.
 Bir hafta geçirdik, internetsiz. Değişik oldu! Oteller dışında yasaktan ötürü ülkede internet yok. Dolayısıyla Kübalının da genel anlamda dünyadan pek haberi yok.  TV’lerde 2 kanal var. Devlet neye izin verirse. Kaçak dizi cd’leri var ama sözde kaçak. Mesela bizim Muhteşem Yüzyıl ve Binbir Gece dizileri bir hayli tanınıyor. Ama ülke siyasetine aykırı bir konu olduğunda kaçak piyasasında da göz açtırılmıyor. Yani danışıklı döğüş söz konusu…
Puro… Pek bir bildiğim bir konu değil ama kuşkusuz Küba denince akla gelen ilk özellik. Herkes kaçak puro satıcısı. Fiyatlar fahiş gibi. Ucuzlar ise genelde sahteymiş. Örneğin bir kutu puroya 300 dolar isteyen 20 dolara fit olabiliyor Bu puronun gerçekliğine inanmak size kalmış! Havana’daki puro fabrikasında çalışanlar iş çıkışı didik didik aranıyorlarmış ama çalınan 1 puroya göz yumulduğu da anlatıldı. Nitekim bize fabrikayı gezdiren kişi de yardımcı olabileceğini söyledi!!! İçimizden puro almak isteyenler tercihlerini dönüşte havaalanından yana kullandılar ama İstanbul’a gelip free shop fiyatlarını görünce kazıklandıklarını anladılar. Tavsiyem, anlamadıktan sonra almış olmak için Küba’dan puro almanın anlamı yok…
Dans etmek… Her Kübalının yaşam felsefesi… Sokak, gece kulübü fark etmiyor. Neredeyse yolda yürürken dans ediyorlar gerçekten. Onca fakirlik ve sıkıntı içinde sürekli dans edip gülmeleri, eğlenmeleri aslında örnek olacak nitelikte. Anladık ki bir şeyden haberi olmayan insanlar böyle yaşıyor.
Sokaklar eski araba dolu… 50’lerin, 60’ların meşhur arabaları… Ama mesela bir Chevrolet’nin direksiyonuna dikkatle baktığınızda Hyundai markası görebiliyorsunuz. Yani eksiği hemen tamamlıyorlar. O kadar eski araba olunca araba tamirciliği herkesin babadan oğla geçen ortak özelliği olmuş. Cienfuegos’a giderken kiraladığımız araba bozuldu. Yanımızdan geçen herkes durdu. Hiç konuşmadan arabamıza baktılar. Neredeyse hepsi doğru teşhisi koydular… Yani arabadan anlamayan yok gibi…
Bu arada aracımızın bozulması da ders alınacak bir konu. 4 saatimiz gitti yolda. Benzin deposunun şamandırasıyla oynamışlar. Hedef 5-10 CUC kazanmak.Bunu dolu depo verip boş istemelerinden anladık. Dolu depo fiyatını aldılar, ‘Boş getirirsiniz’ dediler. Biz çeyrek depo benzin var sanıyorduk, halbuki benzin bitmiş. Kalan dipteki benzin de çeşitli şeyler katılmış çamur olunca filtreler tıkandı. Olan 4 saate oldu… Ve bir de o rüzgarda benim belimin tutulmasına, Tamer’in de üşütmesine…
Yaklaşık 4 saat beklerken sürekli tepemizde dolaşan akbabalar sinir bozucuydu. Bu arada bir polis durdu. İyiniyetle yardım etti. Sorduk, 1 çocuğu varmış. Yanımızda bulunan gofretlerden, boya kalemlerinden verelim dedik. İkna edene kadar canımız çıktı. Rüşvet ağır cezaymış da bizim rüşvetlik bir durumumuz yoktu. Yine de anladık ki Küba polisi daha pek açıkgöz değil! Yine de 1-2 gofretle boya kalemleri vermeyi başardık…
Önceden tavsiye edilmişti yanımızda bazı şeyler getirmemiz. Gerçekten geçtiğimiz köylerde dağıtırken insanların mutluluğu bizi hüzünlendirdi. Sabun, boya kalemi, şampuan, krem, oyuncak derken bunları gören Kübalılar inanılmaz mutlu oldular. Kıyafet alanlar ise belki geri isteriz korkusuyla yanımızdan hep uzaklaştılar… Hüzünlendiren görüntülerdi… Bu tür görüntüler artık filmlerde kaldı diye düşünürken 2015’lerde bunu yaşamak içeri sızlatıyor…
Varadero’nun denizi güzel… Ama Seçkin için iyi bir anı olmadı. Tek başına yüzerken boğulma noktasına gelmesi ve bir Şililinin onu kurtarması anılar arasında yer aldı… Seçkin için artık Şili çok anlamlı bir yer… Denize girmek ise tehlikeli!
Ülkede özel işletme yok gibi. Herşey devlete ait. Devlete karşı suç işlemek çok ağır cezalar içeriyor. Örneğin yol kenarında bir hayvanı kaçırıp kesmek. Cezası 15 yıla yakınmış. Sonuçta tüm hayvanlar devletin. Yabancıya karşı suçlar da en ağır şekilde cezalandırılıyor. Onun dışında ne yaparsan, adam öldürmedikten sonra yırtıyormuşsun…
Çok fazla alınacak bir şey yok. Fiyatlar ne tutturursan. İlgimi çekti. Havaalanında pasaport öncesi bir tişört aldım, 9.95 CUC… Pasaport kontrolü sonrası aynı tişört 15.65’ti… Yani bir şeyi ucuz hissettiğin anda almakta fayda var…
Yiyecek konusunda idare ettik. Denildiği üzere, deniz ürünleri çok bol. Ama bir el hünerisi, ahçı ustalığı genelde hissetmedik. Özellikle deniz ürünlerinde… Böyle pişir demişler, onlar da öyle pişiriyor. Domuz eti yaygın. Ama diğer etler de bol. Bu arada patates ve yer elması konusunda farklı ve güzel sunumlara denk geldik. Halkın sokakta yediği büfeler ise bizler için açıkcası pek içaçıcı değildi…
6 erkeğin oluşturduğu bir grubun temsilcisi olarak gece hayatından bahsetmemiş olmam manidar gelebilir! Alınganlığa gerek yok. Grup olarak genelde 9 gibi pijamalarımızı giyip yattık… Dersem… Gülersiniz… Kendimize güldürmeye gerek yok….
 Bu kadar eğlenmeyi seven ülkenin her yerinde gece hayatı delicesine yaşanıyor. Bu konuda rahat olabilirsiniz. Ama denilen Havana’da dikkatli olunmasıydı, bunu da hissettik… Rojo Club Havana’da, ülkenin en büyük gece kulübü. En büyük özelliği erkeksiz girilmez oluşu… Evet, kulübe tek bayan girişi yasak. Dışarıda çok sayıda kadın, kendisini içeri sokacak birinin arayışı içerisinde. Şansımıza, gittiğimiz gece ülkenin en ünlü şarkıcısının konseri varmış. Hatta bir sonraki hafta Miami’ye konsere gidecekmiş. Küba gençliğinin onu dinlerken kendinden geçtiğini gözlemledik…
Küba’nın her yerinde gece hayatına doyabileceğinize emin olabilirsiniz…

Sonuç olarak…
Dünyanın bir ucunda zaman zaman sıkıntılar da yaşadığımız, ancak kolay unutmayacağımız keyifte 1 hafta geçirdik. Grubun pozitif elektriğe sahip oluşu ve Apo abi – Janet ikilisiyle sıkıntıları aşmamız sonunda hep hafızalarımızda kalacak bir hafta oldu bizler için... Onca yola, yorgunluğa karşın hiç pişman olmadım. Filmlerde kaldığına inandığım sahneler gördüm. Benle beraber herkes bu düşüncedeydi. Aynı şeyi bir kez daha yaşamak isterim. Bir kez daha Küba’ya gitmek derseniz, ‘Olabilir’ derim… Ama ambargo kalkmadan, Küba açılmadan görmenin anlamı var… Hızla yozlaşmaya sıcak bir görüntüye sahipler. Bir gün ambargo tam olarak kalktığında bizim aldığımız keyif kalmayacaktır, buna eminim…











Bu deneyimi yaşamamızda öncülük yapan Tamer’e, inanılmaz evsahiplikleriyle Apo abi – Janet ikilisine ve bizi onlarla tanıştıran Şahap abiye tekrar teşekkürlerimizle…

10 Ocak 2015 Cumartesi

Gazeteciler günü rafa kalksın...



10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü… Herkese kutlu olsun…

Olabildiği kadar olsun…

Önce çözemediğim nokta, neden ‘Çalışan Gazeteciler’ günü… Örneğin… Öğretmenler gününde emekli olmuş öğretmenlerimizi tebrik etmiyor muyuz, ellerinden öpmüyor muyuz? Niye ‘Çalışan Doktorların Tıp Bayramı’ değil… Bu gazetecileri sınıflandırma mantığı nedir? 
Anlatabilen varsa sevinirim…

Çalışan Gazeteciler Günü… Bu yıl sanal medyada yapılan benzetmeler dorukta… Çalışamayan Gazeteciler, Alışan Gazeteciler, Kalmayan Gazeteciler, Kovulan ve Kovulmaya Hazır Gazeteciler…
Buna neden olanlar bir nebze olsun düşünüyor, bir nebze de utanıyorlar mıdır acaba…
Ülkede en sevilmeyen ve menfaat uğruna en çok kullanılan meslek grubu kimliğine büründü gazetecilik…
Gazeteci ne yazsa yaranamıyor… Zaten mümkün değil… Bir kesimin hoşuna giden haber, doğal olarak diğer kesiminin hoşuna gitmez…

Bir de çok ‘kullanılan’ meslek oldu, özellikle havuz medyaları sayesinde… Çalışıyorsun bir grupta… Yazmak mümkün değil yönetimin isteği dışında… Patronlardan servislere, servis müdürlerine gelen öneri görüntüsündeki talimatlar… Ve ortaya çıkan haberler, sayfalar… Tıpatıp aynı, direk talep doğrultusu haberler…

20 yıla yakın spor medyasının içinde muhabir olarak görev yaptım. Uzun muhabirlik sonrası kısmen son dönemde görüş belirtir bir konuma gelmiştim…

Şimdi bakalım spor medyasına…

Önce bir ayrımı yapmak gerekir… Spor medyasında 2 grup çalışan olur, olmalı… Mesleği gazetecilik olan, yıllarını bu işe adamış haberciler, muhabirler… Ve yorumcu olarak, ter döktüğü sporun emeklileri…

Bakalım ortaya…

Artık haber yapamayan, yaptıkları haberler sürekli bir yerlere takılan, kendime en yakın hissettiğim, sayısı giderek azalan gerçek muhabirler, haberci arkadaşlarım… Maalesef dinazor olarak kenara çekilen kader dostlarım…

Yeni nesil muhabirler…Veya yeni muhabir yapılanlar...  Bir kalem, bir elçi olarak birileri tarafından bir yerlere  getirilen isimler… Körü körüne gördüklerinden şaşmayan, kendilerine gösterilenlerden başkalarını görmeyenler…

Yıllarca muhabirlik sonrası yorumcu olan, ama sonrası çıkan Türkiye’de artık sesini çıkarma gereği duymayan, ‘Gittiği yere kadar’ mantığına bürünüp bir şeye karışmaktan korkan tecrübeli yazarlar…

Hayatında 1 tane haber yapmamış, 1 tane idman izlememiş, ellerinde akıllı telefonlarıyla ekranlara çıkıp konuşup duranlar. Aslında onların kimler tarafından ne noktalara getirildiğini herkes biliyor ama onlar bunu iplemedikleri gibi ‘Biz yılların ismiyiz’ görüntüsünde konuşanlar, yazanlar… (Başka bir benzetmede bulunamadım)

Ekranlardaki spor programları… Gerçek hayatta mesleğini bile bilmediğimiz insanlar… İsmini çözemediklerimiz… Bir tane haberini bilmediklerimiz… Saatlerce konuşan, gün geldiğinde yayına gelen bir telefonla ‘Ben böyle bir şey demedim’ denince kapanan konular… Gerçek yaşananları politika doğrultusunda saklayanlar… 3 kuruş etmeyecek konu veya görüntülerle 2-3 saat program adı altında zaman hırsızlığına çaba gösterenler…

Koltuklarından gazetecilik adına en ufak bir çaba göstermeyen, mesleklerine, meslektaşlarına sahip çıkmayan, çıkamayan müdürler…

Ben dahil… Son 8-9 yılın ve böyle devam ederse bundan sonrasının gazetecileri, müdürleri… Ne anlatacaklar gelecek nesillere, kendi çocuklarına… Ben susacağım… Ama birçoğunu merak ediyorum… ‘Çok güzel durumu idare ettik’ten öte ne diyebilirler… Ne denilebilir…

Belki de dünyanın en keyifli ve en faydalı mesleklerinden birini ülke olarak garip bir noktaya taşıdık… Sonra da gününü kutluyoruz…

Bence 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü, gerçek anlamda gazeteciliğin yeniden başlayacağı tarihe kadar rafa kaldırılsın, ülkemizde tepki olarak kutlanmasın…

TSYD İstanbul Şubesi’nin gönderdiği mesaj: 

‘Çalışan, çalıştırılmayan, önü kesilen, meslekten erken ve haksızca koparılan, en önemlisi haber yaptığı için şikayet edilip yıpratılan meslektaşlarımızın 10 Ocak Gazeteciler Günü’nü kutlarız’

Anlayana, anlamak isteyene ne kadar çok şey anlatıyor…

‘Gazetecilikten koptu, şimdi yazıyor konuşuyor’ diyebilirsiniz… Haklı da olabilirsiniz…
Çalıştığım dönemde ben ‘eşek’ gibi çalışıyordum. Belki kimi zaman fiziken değil ama aklım sürekli işimdeydi. ‘Atlamayayım, zıplamayayım’ diye sürekli tetikte yaşıyordum. Çok insanla ters düştüm… Fenerbahçe düşmanı bile ilan edildim, güldüm geçtim J
Sonra koptum… Sanırım artık da dönüşü olmayan bir yoldayım gazetecilik adına…

Şimdi bakıyorum…

Korkunç yanlış bir politika izlemişim aslında, kendi adıma … Keşke birilerinin adamı olsaymışım… Daha önemlisi, gördüğüm bazı şeyleri keşke haber yapmayaymışım… Herşeyi istediği yerden gören, işin aslını sormayan, sövme delisi bu topluma yönelik çalışaymışım…
Erken yaşta emekli  olmazdım, belki açıkta da kalmazdım…
Olmadı kısmet değilmiş…

Ama olsun… Yaşadıklarım o yoğun temponun içindeki dünyanın yalan yüzlerini de gösterdi bana, doğrularından çok…

Doğrularını, doğru insanları biliyordum da bazı bildiklerim öyle değilmiş… Bunları bana öğretti. Gazeteciliğin aslında çok nankör bir dünya olabildiğini bana tecrübe olarak gösterdi…

Ve sürekli gazetecilere sallayıp duranlar… Sorarsın, duruma göre cevap aldığımız insanlarımız…

-Gazete okur musun?
-Hiç okumam
- O zaman bu haberi nereden biliyorsun…
-…. Duydum

Veya…

-Gazete okurmusun?
-Hergün
-Gazetenden 3 yazar saysana…
-…. (Tısss)

Ülkenin nüfusu 40-50 iken yakalanan toplam tirajlar bugünlerin üzerindeymiş… Okumayan bir toplum… Dinlemeyen bir toplum… Konuşamayan bir toplum… Kavgadan, küfürden başka tepki bilmeyen bir toplum…

Ve onların tepki gösterdiği medya…

Tek bir şey diyebilirim: 

Toplumlar hak ettiklerini yaşarlar...

Bu arada…

Gazeteciliğe nokta koymama neden olan Serhat Albayrak… 10 Ocak’ta tebrik almışmıdır ve kimleri tebrik  etmiştir… Çok merak ettim.

Ben dahil kimlere neler yaşattığının mutlaka farkındadır… Ben ne bu ne öteki dünyada asla hakkımı ona helal etmeyeceğim… Çocuğumun da hakkı üzerinde olacak… Aynaya baktığında bir gazete yöneticisi olarak neler düşünüyordur, çok merak ediyorum…

O ve benzeri isimler medyadan ellerini çekip gazeteciliğin politikadan arındığı, gazetecilere kaldığı bir dönemde kutlanacak nice 10 Ocak’lar dileğiyle…

Gönlümdeki gönül dostlarının günü kutlu olsun…



Süleyman ve Erkan… 
Soğumadınız birçoğumuzun içinde… 
Emekçiliğiniz saygıyla hep aklımızda… İnsanlığınız ise gönlümüzde…