31 Ekim 2011 Pazartesi

Karabükspor Maçının Çağrışımı

Sezona ciddi bir koasla başlayan Fenerbahçe, Karabükspor galibiyetiyle onurlu yürüyüşünü sürdürdü. Bazılarının dediği gibi bu sezon Fenerbahçe'nin aldığı galibiyetlerin hepsi şampiyonluk için verilen uğraşın yanı sıra içinde bulundurulan duruma verilen en güzel tepkidir. Kolay değil bu kadar kurcalandıktan, bu kadar üzerine çalışmalar yapıldıktan sonra liderliği, hem de puan farkıyla sürdürmek. Lig sıralamasındaki bu takıma yaşadıklarından sonra ciddi anlamda saygı göstermek gerekir...

Karabükspor maçı bende bir çağrışım yaptı. Sezon başında yaşanan olaylardan sonra gösterilen bazı tepkilere karşı çıkmıştım. Her zaman 'En büyük taraftardır' dediğim Fenerbahçe taraftarı, verdiği tepkilerde taşkınlığa kaçarken camiaya da istemeden zarar verdiğini düşünmüştüm. Benim istediğim tepki Karabükspor maçında verilen destekle orantılı olan şekildi.

Gelelim bendeki çağrışıma... Dilerim yanlış bir yoruma neden olmadan ifade edebilirim...

Alex'in gördüğü kırmızı kartı tartışmam. Hakemlik hiç yapmadım, eğitimini de almadım. Yalnızca 30 yıldır maç izleyen biri olarak böyle bir kırmızı karta futbolun içinde yer olmadığı kanısındayım. Hadi diyelim ki söz konusu olan asabi bir oyuncu. Belki sarı olur. Ama Alex gibi bir isme böyle bir pozisyon sonrası kırmızı kart gösterilmesi ciddi bir hatadır.

Aynı şekilde Emre'nin de gördüğü sarı kart bir komediydi. Aynı şekilde Emre'nin maçıkırmızı kartsız tamamlaması da. Yanlış hatırlamıyorsam 2. yarıdaydı, rakibine bir darbesi vardı ki Alex'e kırmızı kart gösteren zihniyetin o pozisyonda Emre'ye saha içinde verebileceği bir ceza olmadığı kanısındayım. Özeti Alex yandı, Emre yırttı. 2 hata mı? Hayır... Maç içinde onlar karar var tartışılacak. Bu durumda çok kötü bir hakemle maçın tamamlandığını söyleyebilirim...

Sahada böyle kötü bir hakem varken Fenerbahçe ne yaptı? Maçı çirkefliğe taşıdı mı? Kurnazlığa kaçtı mı? Hakemin üzerine oynadı mı? Tek cevap: Hayır. Peki ne yaptı Sarı Lacivertliler? Hırs yaptılar. Büyük bir mücadele koydular ortaya. Fenerbahçe gibi oynadılar. Zaman zaman ciddi anlamda tehlike yaratan Karabükspor'u 85 dakika eksik oynayarak yendiler. Bir başka deyişle kötü yönetime, zor şartlara direnmelerini görevlerine asılarak yaptılar...

Biraz geçmişe dönelim. Bir çok takımın içine düşürüldüğü şike operasyonunda bazı kulüpler 'susma' politikası uygulayarak kendilerini mümkün olduğunca unutturma taktiğine yönelirken Fenerbahçe ailesi isyan etti. Stattaki taşkınlıklar 2 maç ceza getirdi. Sokaklarda yaşananlar camiayı zedeledi. Ben de dahil çoğunluğun Fenerbahçe'yi haklı bulduğu bir ortamda suçlu damgası yendi. Oysa ki Fenerbahçe camiası, taraftarı bana göre tepkisini daha uygar bir şekilde sergilemeliydi. Bugünlerde olduğu. 12. adamın görev yeri tribündür ve tribünlerin de kuralları vardır. Bu kurallar içinde tepki verilmeliydi. Nasıl ki Karabük maçında Fenerbahçeli futbolcular kötü yönetime görev yerleri olan sahada cevap verdiyseler....

Hiçbir şey için hayatta geç kalınmamıştır. Maçları izliyorum. Çoğunda tribünler boş. Fenerbahçe maçları hariç. Tepki olarak daha da dolmalı. Sağlıklı taraftar neyin ne olduğunu herkesten iyi bilir. Ve tepkiler en uygar şekilde tribünlerde verilmeli. Büyük Fenerbahçe'ye yakışan budur.

Yakında iddianame ile futbolumuzda muhtemelen yine karmaşık günler başlayacak. Fenerbahçe'yi tek kurtaracak duruşudur. Bu duruşun da bundan sonra en iyi şekilde sergileneceğine inanıyorum. Her ama her Fenerbahçeli ailesinin tüm bireylerinin duruşuyla gurur duymalı...

Herşeyden önce de tüm yaşananlar sonrası ligde puan farkıyla liderliğini koruyan takımıyla bu gurur yaşanmalı...


23 Ekim 2011 Pazar

Samsunspor ve Aklıma Takılanlar

Fenerbahçe'nin Kadıköy'de berabere kalması elbette sıkıntıdır. Bu yılın başlarını hatırlayalım. Fenerbahçe Antalya kampındadır. Birkaç gün öncesinda Malatyaspor'a kaybedilmesi Aykut Kocaman ve ekibini ateşe atmış, Samsunspor ile oynana hazırlık maçı yine 0-0 biterken Aykut Kocaman Mardan Stadı'nda Fenerbahçe'deki en ciddi protestosunu yaşamıştı. Ve o günden bu yana Kocaman ve ekibi inanılmaz bir çıkış yakaladı. Bu Samsunspor beraberliği sıkıntı yaratsa da Sarı Lacivertlilerin yakaladığı avantajlı ortamı zedelemekten öte geçmedi.

Ancak... Evet... Bazı noktalar var aklıma takılan... Bu gece kısa kısa bunları vurgulamak istiyorum...

  • Zenke geçen yılki hazırlık maçında sıkıntı yaratan isimlerin başındaydı. Çok noksanı bulunan Samsunspor'da en ciddi eksik iyi bir forvet. Zenke'yi tamamlayacak bir isim olsaydı bu kez Samsunspor kazanan taraf olurdu. Peki Aykut Kocaman Zenke ve daha önce kendisine karşı oynayan Kemal'e (Başka oynayanlar da vardı ama o kadar etkili değillerdi) bu kez niye yeterli önlem alamadı?
  • Kulağıma geldi, doğruladım. Maç bitiminde Samsunspor'da kiralık oynayan Ertuğrul'a küfürlü protestolar olmuş. Ertuğrul'u şahsen tanımam. Ama gözlemim, duyduğum adam kere adam olduğu şeklinde. Ne yapacaktı? Dandirikten bir gol yeseydi... Mutlu mu olacaktık? Kiralık olarak gittiği Samsunspor'dan dönüşünde bağrımıza mı basacaktık? Ona küfür eden zekası kıt arkadaşlar! Bize şikeci deniyor, doğal olarak kabul etmiyoruz. Laf ve tavırlara geçmişten daha fazla dikkat etmeliyiz!
  • Semih'le geçmişte çok muhabbetim oldu. Son yıllarda 'ağbi' dediği beni kırınca koptuk gitti. Önemli değil. Önemli olan Fenerbahçe. Başarılı olsun. Önce ben alkışlarım. Ama... Yakından tanıdığıma inandığım Semih'te benim de çözemediğim bir şey var. Guiza, Kezman, Andersson, hatta Niang gibi isimlerle forma rekabetinden hep başarılı çıkan Semih için bu Bienvenue çantada keklik. Bu sezon rakipsiz bence. Ama çok da formsuz. Formdan öte, dediğim gibi çözemediğim bir sıkıntısı var. Biraz toparlansa yıllardır ona yedek muamelesi yapanlara hesap sorabilir ama o kendisi için 'Yedek golcü' diyenleri haklı çıkarmaya çalışıyor gibi.
  • Bu satırları yazarken TV de dinliyorum. Objektifliğine inanmadığım tüm Fenerbahçe kalemşörleri hep bir ağızdan 'Bu sezon zaten futboldan zevk almıyoruz ki' diyorlar. Büyük yalan! Ben de Fenerbahçeliyim ama bu sezon hepsinden önemli. Saha dışında ne olduğunu çözemem ama saha içinde güvendiğim takımım bu sezon kendini bir kez daha ispatlamalı. Fenerbahçeliler mazeret bulmamalı. Futbol olarak son haftalarda sıkıntı var. Ama normal! Paniğe gerek yok. Şu başlangıç aynı hızda asla sezon boyu devam edemez. Küçük düşüşlerden Fenerbahçeli duruşuyla çıkmalıyız. Eleştirmeli, eleştiriye saygılı olmalı ama yapıcı da durmak zorundayız.
  • Son söz... Yorumsuz olarak şunun altını çizmek istiyorum. Cumartesi Fenerbahçe Divan Kurulu gerçekleşti. Orada birkaç konuşmacının çok ciddi vurgulamaları var. Elbette yılların havanda su dövmeleri de oldu. Onı isteyenler... Bunu talep edenler... Onları geçin. 3-4 konuşmacı ciddi konulara parmak bastılar. Bulun, okuyun, düşünün ve yorumlayın...

Ve gelelim gerçek yaşama... Trafik teröründen yakınıyorduk. Bölücü örgüt olayları içimizi dağladı. Günlerdir keyifsiz bir yaşam sürüyorum. En azından ben öyleyim... Zamlar çabası. Hayat hep zorlaşıyor. Keyifsizleşiyor. Ve derken deprem...

Geçenlerde ismini belirtmeyen bir dostum beni karamsarlıkla suçladı. Belki haklı. Ama şu aralar pek de mutlu olunacak bir şey yaşayamaz olduk. 2 kadeh yuvarlayıp 1-2 duman tüttürsek zam gelmiş. Yola çıksak her yer kaza, trafik. Doğudan gelen şehit haberleri. Deprem çabası. Tek hobimiz olan futbol desek... Ona da tüy diktiler!

Yakınlarını yollarda, çatışmalarda, doğal afetlerde kaybeden herkesin başı sağolsun. Ve artık en güzel güneşler artık bu güzel memleketimizin üzerinde doğsun...

21 Ekim 2011 Cuma

Başımız Sağolsun

Diyarbakır'da asteğmendim. Görev için bir süreliğine Lice'ye gitmiştim. Askeri araçta kalıyorduk. Ve daha ilk gecemizdi. Daha nerede olduğumu bile anlamamıştım ki ilk gecemde uzaktan silah sesleri duydum. Bana aracımıza gidip askerlerimle birlikte oradan çıkmamam söylendi. Uzaklarda bir çatışma olduğunu öğrendim. Etrafıma bakındım. Herkes son derece sakindi. Ben de onların bu sakinliğiyle beklemede kaldım. 2 saat sürdü silah sesleri...Sonra kesildi... Çıktık dışarı. Herkes hayatına devam ediyordu. Ankara'daki acemilik dönemimden bir devremi gördüm. Gayet sakin 'Burası böyle. En fazla 3 gecede bir bu sesler sağdan soldan yükseliyor' dedi. Sonra klasik çay muhabbeti yaptık. Yattım...
Düşünmeye başladım. Neredeyim, neler oluyor etrafımda diye düşündüm. Bulunduğum yerde yakın bir dönemde uzak menzilli bir atışla bir general şehit düşmüştü. 'Ne kadar kolay telaffuz ediliyor' diye içimden geçirdim. Bir dağbaşı... Ölenler... Kalanlar... Ne uğruna? Vatan uğruna... Tartışmasız bir şeref. Ama... Kim kimi vuruyor diye hep hesap yaptım... Kaldığım süre içinde belki ben de bugün aramızda olmayanlardan biri olabilirdim diye içimden geçirdim...

Bir başka gün kolordudaydım. Asteğmenliğin avantajıyla dolanıyordum. Bir asteğmen arkadaşımı ziyarete giderken yakalanan 3 terör örgütü suçlusunun getirilişini gördüm. Gözleri kapalıydı. İçimden 'Allah size akıl verip yardım etsin' dedim. O an düşünememişim. Aslında Allah onlara o an yardım ediyordu Türk askerinin eline geçmekle. Ya onların eline düşenler...

Bu tezatlar, bu gayri-adil savaş oraların gerçeği...

Daha da gerçeği sönen ocaklarımız...

Her zaman şehit haberleri bana o günleri hatırlatır. Şu son dönemde olan olaylar içimdeki hüznü, öfkeyi diriltmedi. Ben her zaman o duygularla yaşıyorum. Sadece şu son günlerde içimdeki yaşam sevinci azaldı. Asker arkadaşlarımı, bölüğümdeki o askerleri düşündüm. Ya onlardan birini kaybetseydim? Ben kaybetmedim ama kaybedenler var. Aileleri var... Beni o dönem bekleyen ailem gibi.

Bunları yaşamak zorunda mıyız? Yıllardır bunun önüne geçmek çok mu zor? Bu belki de beni aşan bir soru...Ama bir vatandaş olarak bunun ne zaman sonunun geleceğini sorabilirim sanırım...

Son şehitlerin ardından gelişmeleri herkes gibi takip ettim. Ne olur söyleyin, farklı ne oluyor? Bence hiç... 3-5 güne herşey unutulur. Herkes yaşamına devam ediyor. 3-5 haykırış, sonra devam.. Yaşamaya... Eğlenmeye...

Çok can sıkıcı... Utanıyorum insan olarak sokakta dolaşmaya. Türklüğümle hep gurur duydum. Ama bir yabancı bana gelip 'Ne yapıyorsunuz oradaki Mehmetçiklerinizin yaşamını korumak için, onların acılarını paylaşmak için' dese...

Ne diyeceğimi bilemiyorum...

Yabancı ülkelere gitmişliğim de var, takip edişim de... Trafikte veya bir başka ortamda 2 kişi ölse ülkede olay çıkar.

Bizde? İnsan yaşamının bu kadar ucuz olduğu bir ülke var mı dememek elde değil... Askerlik, trafik, kavga... Hergün öyle ya da böyle yaşamını yitirenler...

Eleştirdiğimiz Avrupa'da insana vuramazsınız. Sıkıysa bir yumruk atın tartıştığınız insana. Aylarca hapis yatarsınız. Bizde ise adam öldür... Can al... 3-4 yıla dışarıdasın... Öyle ya da böyle...

Can sıkıcı bir dönem... Anlamsız, boş işlere aylarca tepki gösteririz. Ama canımız en ucuzu. Tabii o kaybettiklerimizi canımız olarak görebiliyorsanız...

Atın tutun... Ama ne olur unutmayın. Ve şu ortamda bir Türk gibi yaşayın...
Şehitlerimizin aileleri... Dostları... Lafım yok size... Ben utanıyorum. Biliyorum yetmez ama elimden de fazlası gelmiyor...

Başımız sağolsun...

18 Ekim 2011 Salı

6 Haftanın Ardından

Gelen mesaj veya tepkilerden Fenerbahçe hakkında daha çok konuşmam istendiğini gözlüyorum. Bu çok zor bir durum. Zira 70 milyon nüfusunun 40 milyon civarındaki vatandaşının teknik direktör olduğu bir ülkede konuşmak çok tehlikeli. Maçtan maça izlediği takımına gazete veya dergi haberleriyle 'teşhis' koyan milyonların yanında ben ne diyebilirim ki... Hele de herkesin gözünde farklı bir yerlere betona çakılan çivi misali yerleştirildikten sonra kime inandırıcı gelebilirim ki? Yıllarca bunun sıkıntısını yaşadım durdum. Takdir ettiğimde 'yalaka', eleştirdiğimde 'Fener düşmanı' ilan edilip durdum.

Ancak... Bir kısım insanla hep seviyeli, karşılıklı saygılı bir ilişkim oldu. Saygı çercevesinde inanılmaz güzel bir üslupla F.Bahçe'yi tartıştık. Umarım onlar burada beni izleyenler arasındadırlar. 6 haftanın sonunda kısa bir şekilde Fenerbahçe gözlemimi yazayım. Kim olarak mı? 15 küsur yıldır haftada 7*24 bu takımı takip etmiş biri olarak.

Baştan rica edeyim... Her türlü eleştiri ve fikrinize açığım. Hem de tüm saygımla... Ama 'Sen zaten şöylesin, şunun adamısın, o nedenle şunu bunu yazıyorsun' sığlığıyla yaklaşım ihtimaliniz varsa, ne olur okumayın. Kendinizi sinir, beni de meşgul etmeyin...

6 haftada gelinen nokta açıkcası beni hem puan, hem de futbol açısından oldukça şaşırttı.

Puan hesabına bakarsak... Gaziantep ve Kayseri gibi zor gözüken 2 deplasmanın yanı sıra yine Mersin deplasmanı ve İst. Belediyesi maçlarını içeren bu dilimde 16 puanun çok ciddi bir başarı olduğu kanısındayım. Geçilen her kayıpsız hafta derbi dönemlerinde Fenerbahçe'ye gerekirse bir beraberlik lüksü tanıyacaktır. Bana göre en büyük avantaj Kayserispor ve Gaziantepspor'un sezona çok kötü bir giriş yapmaları oldu ki bu da 2 maçta 6 puan getirdi. Geçmiş yıllarda bu 2 deplasman her zaman sıkıntı yaratırken bu sezon bu başarıyla geçildi.

Beğenir beğenmezsiniz bilmem ama Aykut Kocaman için her zaman söylediğim bir tespitim oldu: F.Bahçe iyi de oynasa kötü de oynasa Kocaman döneminde öncelikle kazanma alışkanlığını öğrendi. Şimdi de bu başarıyla sürüyor.

Bu 6 haftalık süreçte beni düşkırıklığına uğratan, sahadaki beklediğim hırsta futbolu görememek oldu. Yaşanan şike kaosunun hırsıyla ben Fenerbahçe'den çok farklı galibiyetler bekledim. Evet, futbolda elbette bazı şeyler kolay olmaz, maçlar kolay kazanılmaz. Ama yaşanan o süreçte futbolcuların hırsını, geçen yıl kazanılan şampiyonluğa sahip çıkılış tarzını görünce anormal skorlu galibiyetler olacak diye tahmin ettim. Mesela ilk Ordu maçında o hırsın büyük bir fark yaratacağı kanısındaydım. Ayrıca yılladır oturtulan sistemin, aynı hocayla devam etmenin büyük avantajlar getirmesi lazımdı. Santos ve Lugano'nun ayrılışı belki bir sıkıntı. Ancak defansif anlamdaki bu 2 kayıp takımın hücum gücünü etkilememeli. Niang dersek yerine gelen Bienvenue seçeneği var. Hiç oynamamış Emenike ile oynayamamış Guiza'nın ayrılıkları çok etkili olmasa gerek.

Fenerbahçe'den, daha doğrusu Aykut Kocaman'dan bir beklentim de takımın oyun sisteminde artık daha bir zenginlik kazanması. Sürekli aynı mentaliteyi izler gibiyiz. Olacak değişikliklerde herkesin tahmin oranı yüzde 70-80 gibi.

Ve maalesef maçlar sırasında sürekli en büyük umut sürekli Alex oluyor. Alex'in fubolculuğuyla birlikte adamlığına, insanlığına, profesyonelliğine bir şey söyleyen muhtemelen taş kesilir. Geçen yıl küstürülme noktasına getirilmesine karşın bir futbolcu savaşını, mücadelesini sürdürüyorsa bu Alex'tir. Alex'in onla bunla karşılaştırılmasından nefret ediyorum. Her büyük futbolcunun özelliği kendinedir, farklıdır. Ancak: Geçen yıl bu Alex zaman zaman oynatılmazken istenmeyen adam noktasına taşınır olmuştu. Kaldı, şampiyonlukta büyük rol oynadı. Ve... Ve Fenerbahçe'yi bırakmadı. İşte bunu kim yapardı, bence konuşulması gereken bu. Onun bu duruşunu kim sergilerdi?

Maçlar yine yoğunlukta Alex'in inisyatifinde. Bundan bir an önce kurtulmamız lazım. Onca yıllık gözlemimdir ki Fenerbahçe'de sıkıntının başladığı anlarda tüm futbolcular sahada umudu Alex'e bağlar. Bu hastalıktan kurtulmak şart. Kurtulunursa, Alex'in katkısı, rahatlığa orantılı daha da artar.

Az önce şike kaosu sonrası futbolculardan daha hırslı bir tavır beklediğimi söylemiştim. Bu noktada ısrarlıyım. Gole, başarıya doymayan, rakibini deli gibi boğan bir Fenerbahçe bekliyorum. Yaşananlar büyük sıkıntı kuşkusuz. Bu her futbolcuya doping etkisi yapmalı. Ama bazı isimlerde üzülerek bunu göremiyorum.

Bir de anlamadığım Stoch'un durumu. Tamam, Mersin maçında ciddi kötüydü, çok fırsat harcadı. Ancak geçen yıl şampiyonlukta bu kadar etkili olduktan sonra bu sezona beklemedik bir başlangıç yaptı. Kulübeye çakıldı. Fortma bulamadı. Adeta ayarı bozuldu. Şimdi bu ayarsızlıkla oynuyor. Bence daha çok şans verilmeliydi. Yetenekli, istekli, güçlü bir oyuncu. Yaşı itibarıyla da fazlasıyla yatırım yapılacak bir isim. Ama bir küserse yazık olur. O çizgide dolaştığını da duyuyorum ve üzülüyorum.

Bundan sonrası için tahminim... Mutlaka bir bocalama dönemi olacaktır. Yeterince avantajla böyle bir döneme girilecek gibi. Puan kayıpsız gidişat çok büyük avantaj. Mantıklı düşünülürse bu elbette böyle gitmez. Fenerbahçe taraftarı geçmiş yıllarda kötü süreçlerde takımına sahip çıkmayı fazlasıyla öğrenmişti. Yine öyle olacaktır. Taraftar yoğunluğunu saha içine verdiği sürece 12. adamdır ki bu giderek artıyor Fenerbahçe'de. Beşiktaş maçını kenara koyarsak G.Birliği deplasmanına kadar olan süreç puan kayıpsız bitirilebilir. Özellikle ilk yarının son 4 haftası zor gözüküyor. Ancak geçtiğimiz yıllarda Fenerbahçe puan kayıplarının büyük çoğunluğunu küme düşen takımlara karşı yaşarken derbilerde hep bir adım öndeydi. Bu özellik sürdürülürse ilk yarı bitimince ciddi bir puanla lider olunması içten değil.

6 haftanın bitiminde aklıma gelen böyle bir tablo oldu... Bilmem siz ne dersiniz... :)

14 Ekim 2011 Cuma

İstanbul'u Bilmek ve Sevmek

İstanbul... Herkesin dilinde... Bugün de, dün de, 10 yıl önce de, 20 yıl önce de, çok daha önce de...
Herkesin sürekli, ısrarla hayranlığını dillendirdiği, içinde yaşamaktan duyduğu onuru, gururu ifade ettiği bir şehir İstanbul. Sosyal paylaşım sitelerindeki modalardan biri İstanbul hayranlığını dile getirmek...

Doğma büyüme İstanbul'luyum. Moda'da doğdum, orada yaşıyorum. Ben de İstanbul hayranıyım... Hayranıyım da... Bazı hayranlarını görünce 'Siz İstanbul'un nesini biliyorsunz da hayransınız' demekten kendimi alamıyorum. Kızmaca darılmaca yok...

Gel İstanbul'a. Gör şatafatı. Lüksü, sosyeteyi... Tekdüze eğlenceyi... Yaşamayı... Geçmişini hiç tanıma. Doğal özellikleri dışında bir şeyini yaşama. Sadece dönemin yaşam biçimini gör. Sonra de ki: İstanbul bir başka. İstanbul'u İstanbul yapan öğelerden, kalan doğal güzellikleri dışında hiçbirinin, altını çiziyorum, hiçbirinin bugün varolduğuna inanmıyorum...Sonradan İstanbul'a gelenler bu şehri onlara satmaya çalışanların kandırdığı insanlardan başkası değiller...

Mesela Beyoğlu... Beyoğlu gezmeleri veya geceleri... Dillerden düşmeyen... Ben çocukken böyle değildi. Bir özelliği vardı Beyoğlu'nun. Mesela alışverişe gidilirdi Beyoğlu'na. Dedem götürürdü. Kendine has dükkanları vardı. Bir heves giderdik. Sokaklar böyle hınca hınc değildi. Orası burası küpeli, dövme adı altında baştan aşağı boyanmış tipler yoktu sokaklarda. Arka sokaklar belki karanlıktı ama tercih etmeyenler Beyoğlu'nun elit ana caddesinde dolaşırlardı. Büyüdüm... Önce ailemle, sonra yalnız Beyoğlu'na yemeğe ve 'adam gibi' 2-3 kadeh almak üzere keyfe gittim. Sokakta tinerci yoktu. Ağzına içenlerin dolaştığı, kimsenin birbirine rahatsızlık vermediği görüntüler vardı. Bir de şimdilerdeki gibi g.t g.te değil, adam gibi oturulurdu. Çiçek Pasajı, Asmalı Mescid vardı yine ve bir sakinliği, içme adabı da vardı. Herkes bağırmadan konuşup birbirini duyardı. Masadan adam gibi kalkılırdı, küfelik olmak şart değildi. Şimdi kim, ne kadar güvense de 16-20 yaş arası çocuğunu güvenle Beyoğlu'na arkadaşlarıyla gönderir...

İstanbul'un dolmuşlarını kim hatırlar? 5 veya 8 kişilik Amerikan arabaları. Onlarla Taksim'den Kadıköy'e dönmek keyifti. Ya da Kadıköy – Bostancı arası gidip gelmek. Şart değildi araba, onlar olduktan sonra. Geniş, yaylı koltuklarıyla ayrı bir keyiftiler.

Sosyete mekanlarının paylaştığı Boğaz kenarları... Ne güzel di mi oralarda, ışıklı ortamlarda, sosyetenin içinde binlerce liraya 2-3 şişe bira içmek! Eskiden böyle değildi elbette. Bol bol deniz kenarında yürünürdü. Akşam oldu mu balıkçılar vardı. Yüksek fiyat çektiklerinde 'Burda tuttuğunuz balık bu kadara satılır mı' denip kafa tutulurdu. Alkollü mekanlar vardı ama soygun yoktu. Mesela insanları soymak üzere şartlandırılmış kabadayı tipli 'valet'ler yoktu, kahyalar vardı. Ne versen 'Saol beyim' diyen...
İstanbul'un 50 yerinde içilir, keyif yapılırdı. Mekan adı değildi önemli olan. Rahat edilen yerdi mesele. Hiç ummadığın bir yerde bir ünlü karşına çıkıverirdi. Mesela arkadaşım Eşek şarkısı çıktığında rahmetli Barış Manço bir eşekle Moda'da dolaşır, çocukların gönlünü kazanırdı. Çay behçesinde otururdu. Sohbet ederdi herkesle.

Kalamış'da kayık tutup gezme keyfi vardı. Sirkeci'den balık alınırdı. Yeşilyurt kamp merkeziydi hafta sonları. Kanlıca'ya yoğurt yenmeye cumartesi trafiğinde 30 dakikada gidilirdi o zaman. Çengelköy'de ucuz balık vardı. Gülhane Hayvanat Bahçesi onlarca çeşitli misafiriyle gezme yeriydi, içme değil.

Bunlar sadece benim gördüklerim... Düşünsenize... Ailem, şimdi Bokludere denilen Kurbağalıdere'de yüzermiş... Ben 43 yaşında bunları anlatırken büyüklerimin İstanbul'la ilgili neler anlattıklarını bir düşünün. Sonra bugünün İstanbul'una hayran olun!!! Nesine soruyorum, şu an İstanbul'un nesine hayransınız?

Çok sevdiğim dostlarımın içinde bir ağbim var. Zaman zaman onun teknesiyle dolaşırken İstanbul'u çok seviyorum. Çünkü uzaktan görüyorum. Her köşesi zamanında güzel yaşamlarla süslenmiş bu şehirde artık yaşamak ne kadar saygın, ne kadar keyifli! Ha şunu bilemem: Trafikten, daralmaktan, gürültüden, kazık yemekten, kandırılmaktan, bir hizmete 3-4 katı bedel ödemekten, saygısızlıktan hoşlanıyorsanız onu bilemem. O zaman şunu diyebilirim ki: İstanbul size güzel...

Sahi... Siz bu İstanbul'un nesini seviyorsunuz?

9 Ekim 2011 Pazar

Sonbaharda Pazar

Pazar sabahı 11'de Bonanza oynardı. O saate kadar bitirilen kahvaltının ardından bir keyifle onu izlerdim. Akşam ise Dallas. O aradaki TV programları çok da fazla takip gerektirmezdi. Ya rahmetli Cenk Koray açtığı kutularla hediye dağıtırdı ya da tek kanallı TV'de şarkıları kollardım. Elbette maçlar... Hele Fenerbahçe'nin maçı pazar ise evde geçirdiğimiz o gün daha da keyifli olurdu. Gündüz saatlerinde radyoda dinledikten sonra genelde goller ancak Dallas başlamadan önceki haber bülteninde ilk kez izlenebilirdi. O da yetişirse... Yetişmezse sıkıntı var demekti. Babamdan 'Yatılacak' komutu gelirse gol rüyalarda radyodan dinlenip canlandırılmış konumunu korurdu.
Evde geçirdiğimiz, kışın ilk günlerinin genel pazar görüntüsü buydu. Biraz daha küçükken izin verilirse salonun tekli koltuklarını ters çevirip üstlerine geçirdiğim çarşafla çadır yapar ve günü içinde geçirirdim. Elbette çadırımın ağzı TV'ye dönüktü. Yemek, ders, oyun... Hepsini içinde yapardım.

Bir de mutlaka babamla Moda'dan Kadıköy çarşısına yürürdük. Bahariye üzerinden... Bahariye'de bir ben doğmadan önce tramvay varmış, bir de şimdilerde... O dönem Bahariye'den Altıyol'a kocaman dolmuşlar akardı. Onların arasında yürümek çok keyifliydi. Sırasıyla Süreyya, Ocak ve Kadıköy sinemalarının önünden geçerken büyüyüp de tek başıma, arkadaşlarımla sinemeya gideceğim günlerin düşünü kurardım.
Artık Süreyya sineması yok, yerine ayda 4-5 gece misafir ağırlayan opera salonu var. Ocak sineması kalmadı. Kadıköy sineması cebelleşiyor... Oralarda tarih yatardı. Şimdiler face'de, twitter'da yeni tarihleri takip eder oldum. 'X cinema centerda film keyfi' Onlar yazınca öğreniyorum ne nerede oynuyor sanki! Harbi şu 'keyif' lafına fena hastayım. Keyiflerinizi bizi kıvrandırıyor. Neredesiniz, ne yiyorsunuz.. Çok merak ediyoruz. Yazın ki bilelim. Sonra yaşamlarımız içimize sinmiyor. Nereye gittiniz veya ne yiyorsunuz... Ne keyfi yapıyorsunuz... Bu merakları giderin.. :) Yazmayınları hor görün... Bizler bir bok yemiyoruz... Sürünüyoruz... Perişanız... :)

Bir gün değişiklik yapın. Yaptığınız keyfin farkını belirtin. Mesela Boğaz'ı farklı bir açıdan mı gördünüz? Yediğiniz yer çok mu ekonomik? Balığı pişirirken mesela derisini parçalamayacak kadar iyi mi pişiren yer buldunuz? Yüzdüğünüz suda yunuslar mı dolaşıyor? İçtiğiniz rakının anasonu mu farklı? Gittiğiniz 'cafe'nin kahvesi Yemen'den mi geliyor?

Herkesin zaman zaman yaptığı şeyleri twitter'da, face'da yazmanın anlamını çözebilen varsa beni aydınlatsın... Sevinirim...Böylece o yazılanlar benim gözümde görgüsüzlükten çıksın... Bana göre hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz...

Neyse... Maziyi anımsamaya devam edelim. Altıyol'dan babamla çarşıya yönelirdik. Hala pek fazla bir özelliğini yitirmeyen Kadıköy çarşısına. Çok da iddiaılı olacak ama dünyada eşi benzeri olmayan tek çarşı benim için... Hep yaşayan... Capcanlı... Sebze... Et... Balık.. Bunları geçin... Yumurta bile alırken alışveriş keyfini tek hissedeceğiniz yerdir Kadıköy çarşısı. Babam dönemindekiler fikr-i sabittiler. Nereden ne alınacağını baştan ezbere bilirdim. Çarşının şimdilerde tek farkı sokaklara yayılan meyhaneleri. Biraz da Beyoğlu özentisi bir tablo oluşmuş olsa da renkli oldukları kanısındayım.

Çarşıda balık meyhanesi keyfi!!! Nasıl? :):):):) Hem keyif yaptığımı, hem de balık yediğimi belirtmiş olur muyum? :) En kısa zamanda....

Sonra ufaktan Moda'ya dönüş. Ve pazara evde devam. Hele de annem çadırımı yıkmadıysa benim keyfim yatana kadar sürecek demekti.

Nerden mi aklıma geldi bunlar... Uzun aradan sonra fiili olarak pazarı benzer geçirdim. Arada elbette farklılıklar oldu... TV'de kanallar arası dolaşabildim mesela. Kızım çadır kuracak yaşa henüz gelmedi, oyun parkında idare... Eşim dinlenme konumundaydı... Neler yedik neler...İnanamazsınız...:):) Twitter'da yazacam onları :):):) Yürüşümüz sırasında sanki rahmetli babam bir köşeden eşimle karşıma çıkacak gibiydi...

Değişmiyor buralar... Hayatlar... Kışa girişi hissettiren hafif yağmurlu, hüzünlü pazarlar...

30 yıl önce de böyle bir pazar kışa girmiştik.. 9 Ekim 2011 pazar günü de...

Tek eksik yitirdiklerimiz... Onları anımsamak teselli oluyor...

Hayatın tadını çıkarmaya devam etmek lazım.. Ona buna nispet etmekle değil... Kendimize yaşamakla..

8 Ekim 2011 Cumartesi

Memleket Kazığı Bitmez

Herborn'dan aklımda kalanlarla, izlenimlerimle devam ediyorum...

Yeni bir ülkeye, şehire gittiğimde otellerde kalmaktan ziyade oraya bir şekilde monte olmak ve oradakilerle yaşamak her zaman daha anlamlı gelir. Bulunduğunuz yeri daha iyi tanırsınız. Uzaktan baktığınız evlerin içindeki yaşamı görmek size yeni bir kültürü yaşattırır...

Herborn'da, ordakilerin kucak açmasıyla ben de sanki yılların oralısı gibi geçirdim günlerimi. Çok da keyif vericiydi. Çeşitli sohbetlerin içinde yer aldım. Ve bu arada ister istemez ora-bura karşılaştırması yapıp durdum... Tamamen masumane bir şekilde...

Avrupa'daki insanların çalışma düzeni malum. Mesai 8 saat ise budur. Devamı yoktur. Bizlerle kıyaslanamaz çalışma rahatlığı. Kazanılan para en değerli şekilde harcanır. Herşeyi en iyi şekilde yaşamaya çalışırken kesinlikle 'kazık' yememeye, 'keriz' yerine konmamaya önem gösterilir.

Bir örnek... Ben ordayken yakında çıkacak olan iPhone'un ABD fiyatı açıklandı. Yanlış hatırlamıyorsam 300, 400 ve 500 dolar olmak üzere 3 ayrı fiyattan satılacakmış. İphone'cular (bu arada Almanya'da telefona çok meraklı olunduğunu kabul etmeleri gerek) Almanya fiyatlarının 600 euronun üzerine çıkmayacağını konuştular. Şu an Türkiye'de 2200 lira civarında satılan iPhone'ların da 500 euroya alınabileceğini söylediler.

Türkiye'ye geldim. Süregelen iPhone çılgınlığı sırasında bir gazete haberinde yeni çıkacak modelin fiyatının 2300 lira olmasının tahmin edildiği yazıyordu.

Buyrun... Kıyaslayın... Ve muhtemelen de meraklısı iseniz yurt dışından getirmenin çarelerini arayın... Ama niye? Kendi memleketinde bu kadar kazık yemenin anlamı ne? Markaya, gösterişe bu kadar meraklı olmanın temelindeki hata ne?

Yine bir yerlerde okudum... Milli takım futbolcularının hepsinin Louis Vuitton marka çantalarla dolaşması dikkat çekmiş... Birer örnek... Prototip yürüyüşler stat çıkışında. Sanki bu marka milli takım sponsoru gibi.. Bu nasıl bir taklitçiliktir, özentidir...

Biz bu kadar açgözlü, özenti olunca biraz fazla kazıklanmıyor muyuz memlekette?

Almanya'da yok mu marka sevdası? Mutlaka var... Ama 'Ne olursa olsun kazıklanırım' mantığı yok. Bu durumda tüm firmalar da dengeli gidiyor mecburen...

Millet olarak tepki gösterme özürlüsü olduğumuz düşünürüm. En büyük tepkiyi kavga ederek gösteririz. Vur, kır, parçala... Oysa biraz daha mantıklı, sağduyulu yaşasak ve tepkimizi de ona orantılı versek... Bizlerin de hayatı biraz daha kolaylaşmaz mı?

Sahi... ABD'ye giden olursa siparişim olabilir ;) :):)



6 Ekim 2011 Perşembe

Hoşgeldin Toygar...

İnsanların aileleri vardır... Eşleri, çocukları, anaları, babaları, kuzenleri, yeğenleri.... Canlarıdır onlar.... Beraber hayatı sürdürdükleri...

Bir de arkadaşları vardır insanların. Sınıf sınıftır. Büyük küçük. Bazıları arkadaştan ötedir. Kardeşleridir, abileridir, ablalarıdır. Bu açıdan kendimi hep çok şanslı hissetmişimdir. İstanbul'da, Ankara'da... Bir çok yerde böyle kardeşlerim var ne mutlu ki... Onlardan bir tanesi de Almanya'da. Hep 'Kardeşim olsa böyle olurdu' derim onun için...

Sağolsun, geçen hafta oğlunun sünneti için bizi davet etti Herborn'a. Frankfurt – Köln arası küçük ve şirin bir Alman kasabası. İş durumum olmadığı için yalnız ben gittim. 5 günlük bir ziyaret oldu benim için. Biraz da kendimle yalnız kalmak istiyordum, güzel bir sebep oldu benim için.

5 gün geçirdim Herborn'da. Frankfurt, Köln ziyaretleri derken kelimenin tam anlamıyla bir hava değişikliği yaşadım. Bir anı olsun diye de bunları yazmak istedim...

Almanya... Yani 2. vatan. Ve oradaki Türkler. Farklı bir dünya onların ki. Herborn'da çok sayıda Sivaslı'lı var. Uşak'ın bir ilçesi Sivaslı. Ve oradan yurtdışı tercihini yapanlar Herborn'u ikamet olarak seçmişler. Kaldığım süre içinde bana gösterdikleri sıcaklık unutulacak gibi değildi.

Farklı bir dünyaları var. Aslında düşününce bizden çok daha kolay yaşıyorlar hayatı. Bunun farkındalar. Ama yine de çoğunun gönlünden Türkiye'de yaşamak geçiyor. Hayat şartları onları oraya endekslemiş. Sünnet töreni için düzenlenen gece belki de Türkiye'deki benzer gecelerden çok sıcaktı. Bunun tek nedeni orada yaşarken birbirlerine kenetlenmeleri. 'Dost' olarak gördükleri herkese el uzatmada sınır tanımıyorlar. Çünkü onlar, bir dünya içinde kendi dünyalarını yaşadıklarının farkındalar ve bunu en iyi şekilde yapabilmek için tüm gayreti gösteriyorlar.

Erkek dünyasına adım atan Toygar gecenin kahramanıydı. Toygar için herkes elele vermişti. Sıcacık, Türkiye kokan bir geceyle Toygar'cığın erkekliğe adımını gerçekleştirdiler. Memleketten gelen biri olarak hiç yalnız kalmadım. Rahat etmem için 5 gün boyunca bana gösterilen ilgi gerçekten çok kez beni mahçup etti. Hep düşündüm: Acaba bizler ülkemizde yaşarken oradakilerin maneviyatına ne kadar önem veriyoruz? Tatilde gördiüğümüz gurbetçiler 'yalnızca gurbetçi mi?'

Değil! Onlar bizim parçamız. Muhabirlik yıllarım boyunca hiç bilmediğimiz yerlerde bize el uzatan hep vatandaşlarımız oldu. Normal karşılanabilir. Ama bir Avrupalının anlam veremediği sıcaklığı onlardan görmek bana göre oradaki Türklerin ne kadar Avrupalılaşsalar da bizden olduklarını gösterdi.

Burada kimi ne kadar sevindirebilirsiniz? Ama gurbetteki birine Türkiye'den 2 çift söz o kadar mutluluk verici ki. Bir anı, ortak bilinen bir yer veya küçücük bir hediye... Onları öyle bir noktaya taşıyor ki... Anlatmak zor. Yaşamak lazım.

İçinizden Avrupa'ya gidenler oluyordur. Oradaki Türklere farklı yaklaşın. Basit 2 cümle onların gönlünü mutlu etmeye o kadar çok yetiyor ki... Belki biraz iddialı olacak ama bizlerin memleketimizde yaşarken yitirmeye başladığımız bir çok değerimize onlar oralarda fazlasıyla sahip çıkıyorlar. Elbette bunun tersi olanlar var ama ben karşı çıkan olsa da genelde böyle olduğunu düşünüyorum.

Herborn küçük bir kasaba dediğim gibi. Aslında girişine çok rahatlıkla 'Sivaslı' tabelası da asılabilir. Mahallenizdekilerden kaç kişiyi tanıyorsunuz bilemem ama oradaki Türklerin hepsi birbirini tanıyor Derdini biliyor. Mutluluğunu – mutsuzluğunu paylaşıyor.

Neden yazdım bunları? Avrupa'da yaşayan vatandaşlarımıza bir bakış açısı olsun diye düşündüm.

Orda kaldığım sürece yanımda sürekli kendini hissettiren dostlarım... İlhan abi, Mehmet, Adnan, Burç ve diğerleri... Sağolun ve bu birlikteliğiniz bozmayın. Birbirinize her zaman böyle sıkı sıkı sarılın. Yüzünüz burdakilerden daha fazla gülüyor. Hep de gülsün isterim..

Toygarcık... Aramıza hoş geldin. Yakışıklı gecende yakışıklı bir prens gibiydin.

Akilecik... Hiç tartışmasız gecenin prensesi sendin. Hele o kolbastını bir ömür unutmayacağım...

Ve Danacı ailesi... Aysun ve Musti'm... Size ne desem boş. O yoğun temponuzda bana bir kez daha yüreğinizi açtınız. Sağolun varolun... Dilerim Akile'nin de Toygar'ın da en güzel günlerini yine beraber yaşarız...

Musti... Sana bir şeyler daha yazayım diyorum ama... Kelime bulamıyorum... Fenerbahçe ile başlayan kardeşliğimiz kaç yılda nerelere geldi... Seni ifade edemem. İyi ki varsın...

Sanırım önümüzdeki günlerde Herborn sonrası aklımda kalanlara devam ederim...

Şimdilik oraya kucak dolusu sevgiler gönderiyorum bir kez daha...

3 Ekim 2011 Pazartesi

İzin

Selamlar...

Burayı biraz ihmal ettiğim doğru ama vazgeçtiğim için değil... Bir süredır yurtdışındayım.... Dönüşte tekrar başlayacağım...

Görüşmek üzere...