29 Aralık 2012 Cumartesi

2013...




Bir yıl daha bitiyor... Güzeldir yeni yıl başlangıçları... Herkesin içini yeni yılın yeni umutları kaplar... Dualar edilir, herşey daha güzel olsun diye.
Geride kalan yılın, yılların muhasebesi yapılır. Kimileri gülerek anımsar geride kalan yılı... Kimileri de acı hatıralarla...
Burası 'kendi saham' olduğuna göre sanırım benim açımdan atış serbest. Pek hoş anımsamayacağım 2012'yi. Aynı 2011'i anımsamadığım gibi. İş konusunda 2011 benim için tatsız bir yıl oldu. Ve bu 2012'de de devam etti. Çalıştığım gazeteyle ilişkim 2011'de koptu. 2012'de de bir gelişme olmadı. Ve bu uzun süreç... Uzun diyorum ama insan yaşamındaki uzunluğunu şu an için değerlendiremiyorum. Belki de bir insanın yaşam süresi içinde yaşaması gereken bir süreç bu, bilemiyorum.. Bu uzun süreç bana birçok şeyi değerlendirmemi, birçok konuda yargıya varmamı sağladı...
Sonuç mu?
Sonuç acı.. Dile getirmesi bile sıkıntılı... Zor...
Bir insanın halinden ancak yakını anlar.. Yakını sanılanlar bile anlamaz...
Çok şey şey gördüm yaklaşık 17 aylık bu dönemde... 19 yıla yakın gazetecilik gibi gözönünde olan bir mesleği yaptıktan sonra... Geride kalan gerçekten parmakla sayılır oranda...
Elbette başta aile geliyor. Hatta bir tek aile kalıyor. Yakın dostlar bir yere kadar. Sizi ancak bir yere kadar anlıyorlar. Gerisi teselliden ibaret oluyor... Teselli ve dilekler... Ortada zaman zaman bir enkaz olabiliyor ama bu enkazın altına el sokmak gerçekten bir sorumluluk gerektiriyor. Ve bu el nedense bir türlü gözükmüyor.
Deyim yerindeyse 'Çeken bilir' dedikleri...
2012'yi atlatmış biri olarak bakıyorum da... Ailem, yakın ailem, birkaç dost... Gerisi... Gerisi için söylenecek laf yok... Bir yerdeysen etrafın doluyor ama o yerden kalktığında etraf da boşalıveriyor. Bunu en yakından yaşıyorum...
Şikayet mi ediyorum? Belki ama... Ama yine de yaşam sürdükçe mutlu oluyorum...
Yakın çevremin bildiği, anlayanın anlamak istediği sıkıntıları atlatarak yeni yıla ben de yeni umutlarla giriyorum...
Eşim, annem başta olmak üzere belli bir kesimle 2012'yi yaşadım. Aklımdaki belirsizlikler hariç durağan geçti. En önemlisi kuşkusuz sağlık açısından, ufak tefekler hariç ciddi pürüzler yaşamadık. Buna şükrettik elbette...
Kızım... 2 yaşını da bitirdi. Bu süreçte kelimenin tam anlamıyla benim için 'panzehir' görevini sürdürdü. En sıkkın anlarımda kendi gözleriyle dünyaya bakmamı sağladı. Bu da benim için geçici de olsa büyük mutluluktu. Ne mutlu ki hayatıma girdi. Özellikle şu dönemde. Olan olmayan herkese doya doya bu keyfi yaşamasını diliyorum.
Yılın son döneminde eski dostum Barış Güçlü'nün girişimiyle bir dergi yaşama geçirdik. Daha doğum aşamasında... Umudumuz bize de yaşam şartlarımızda bir hareketlilik getirmesi. Ciddi ve aklımı dağıtmayı başaran bir uğraş oldu benim için. Sağolsun Barış dostum.
Bu arada dergiyi yaşatma çabalarımız içerisinde yine etrafımızı daha iyi tanıma fırsatı da buluyoruz. Ve hiçbir şeyden şikayet etmeme konusunda da eğitiliyoruz...
Yaşamı Fenerbahçe'yle özedeşleşmiş isimlerdn biriyim sanırım... Fenerbahçe de bana çok şey öğretmeye devam ediyor. Ve maalesef son yıllar itibarıyla çok acı şeyler... Yaş 45'e yaklaşıyor. Fenerbahçe sevgisinden kimlerin ne kazandığını giderek daha iyi görür olmaya başladım. Gerçi bunu son 7-8 yıldır yaşıyordum ama dile getirmek ağır geliyordu. Ama buraya kadarmış...
Fenerbahçe daha çok menfaat sağlama peşindekilerin hükmettiği bir yaşam biçimi oldu gitti... Hele son 6 aylık süreç sonrası... Bazı 'kıt zekalılar' beni Fenerbahçe düşmanı falan ilan ededursun, geri adım atma durumuna geldim. Geri adım ifadesi yanlış anlaşılmasın... Fenerbahçe sevgim bitmedi, bitemez de...
İnternet ortamları sağolsun... Bu sevgimi 2000'li yıllar öncesi görüntülerle, haberlerle yaşamaya devam ediyorum. Ve umudum bir gün herkesin geçmişteki gibi olacağı şeklinde. Bu ortam sürdükçe ben maziyi yaşamaya devam edeceğim...
Bu ortam derken... Sonradan çıkmaların 'Fenerbahçe şövalyesi ' kılığıyla dolaşmaları... Fenerbahçeliliklerinin herkesten fazla olduğunu söyleyenlerin terör estirmesi... Türkiye'nin kıskanma yerine Fenerbahçe'ye düşmanlık beslemesi... Buna ortam sağlayanlar... Demokrasinin yerine yeller esmesi... Yaklaşık 19 yıllık meslek hayatımda gördüklerim... Öğrendiklerim ...Ve bunları hiçe sayanların bana ukalalıkları... Kimlerin ne kazandığını görürken gerçek Fenerbahçelilerin haybeye haykırışları... Savunmakla biat etmeyi karıştıranlar...
Tüm bu ortamlarda ben artık Fenerbahçe sevgimi, bu sevgiyi kalbime gömen yıllarla yaşıyorum... Bu ortamlar bitmezse de geçmişle yaşar dururum... Ama bu dönem ortaya atılanlarla işim olmaz, olmayacak da...
2013'ün bu ortamı silip süpürmesi en büyük dileklerimden biri...
19 yıllık meslek hayatım dedim... Sahte sıcaklıkların yanında bana kuşkusuz gerçek dostluklar da kazandırdı. İlginçtir ki bu dostlukların sahibi gerçek gazeteciler, emekçiler oldu. Çok da garip ilişkiler yaşadım medyada. Hele işimden uzaklaştırılışımda...
Ülkemizde hukuksal süreçler biraz uzun sürüyor, elbet bana da söz düşecektir. Şimdilik yorum yapmak istemiyorum. Ama az da olsa kazandığım gerçek dostlar ki onlar kendini biliyor, iyi ki onlar varlar...
Çok sitemkar olduğumu sanmıyorum ama benim açımdan pek de kolay yıllar geçmiyor. Ne yapayım...
Ülkem açısından da sanırım farklı değil... Maalesef yaşam şartları giderek ağırlaşıyor. Güzel şeyler olsa da zorluklar daha ağır basar hale geldi. İyi ve kötü yaşayan kesimler arasındaki uçurumun giderek artması sanırım Türkiye'mizin başlıca sorunu...
Çıkın büyük şehirlerden dışarı.. Ya da büyük dünyalarınızdan dışarı... Ama üzerinizdeki kimliği atmak kaydıyla... Benim gibi sitemkar da olsanız, yine de 'Vay canına' denecek tablolar o kadar artıyor ki...
Ve 2013...
Dilekler sanırım ortak...
Herşey iyi olsun, güzel olsun... Bunlar çok normal...
Nacizane benim fazladan diyeceğim...
-Yaşanan her günün kıymetini bilin...
-Çocuklar ve ailenize daha da sıkı sarılın. Özellikle büyüklerinize. Bugün varlar ama... Babam gitti gideli, her gün varlığını daha fazla arayan biri olarak bunu söylüyorum...
-Ne konumda olduğunuzu iyi hissedin ve bunu iyi tartın. Etrafınızdaki iyi değerlendirin. Ve çok fazla kimseye güvenmeyim. Bir gün sıkıntı yaşadığınızda halinizden anlamayanlar o kadar çok olabilir ki, bu da sizi çok üzer...
-Umudunuzu yitirmeden yaşayın... Sonuçta yaşam yine de güzel...

Çok daha güzel günlerde görüşmek üzere...
Herşey gönlünüzce yaşansın...
2013 yaşayacağınız en güzel yıl olsun...

30 Eylül 2012 Pazar

Saptamalar...



Bir hafta sonu daha bitmek üzere şu satırları yazarken... Sonbahara giriyoruz ama yazdan kalma 2 gün geçti. Bu arada okullar açıldı, İstanbul doldu... Trafik inanılmaz bir noktaya varınca biz de bu 2 günü arabasız, semtten fazla ayrılmak geçirdik.
Çok da yerinde oldu sanırım bu kararımız... Artıları neler oldu, yazayım dedim. Dedim de, diyeceklerim, yani kendimce saptamalarım şu kişiler için geçerli değil:
  • İstanbul'a sonradan gelip yerleşenler...
  • İstanbul'da geçici süreyle bulunanlar...
  • Özgürlüğünü sonradan keşfedenler...
  • İstanbul'da yaşarken bu şehirde yaşamanın ayrıcalık olduğunu 12 ay süreyle dile getirenler...
  • Bir de alkol almayanlar :)

Gelelim kendimce haftasonu keşfettiklerime:
  • İstanbul okullar açılınca yaşanmaz hale geliyor.
  • İstanbul'da yaşarken sürekli ters düşünmek lazım... Mesela kışın adalara, Şile'ye falan gitmek. Mesela herkes maça giderken o maçı seyretmeye adaya gitmek lazım.
  • Tatil bitip herkes İstanbul'a döndükten sonra eve yönelmek lazım. Kalabalıkta zehirlenmek yerine evin keyfini aileyle, arkadaşlarla çıkartmak çok daha mantıklı ve sağlıklı insan bünyesine uygun.
  • Kışın adı eğlence yeri olup aslında istifhaneye dönüşmüş yerlerde sefil olmak yerine alternatiflere yönelmek çok daha akıllıca. Örneğin Beyoğlu, Ortaköy gibi geçmişine ihanet eden yerlerin aksine sessiz sakin, konuşulanın duyulup sohbet edileceği yerler ne akıllı oluyor. O da yoksa evler var...

Bunları yazınca kendimi birden yaşlı hisseder gibi oldum ama değil... Haftasono arbedeleri yerine gezmeyi hafta içine aktarıyorum. Onda da önceden ortamı kolluyorum. Mesela kalabalık hissedersem, hop... Program iptal...

Bir ihtimal daha var ki onu Avrupalılar fazlasıyla yaşarlar. Çok mu gezmeyi seviyorsunuz? Adı çıkmış yerler yerine mahallenizin cafelerine, publarına yönelin. Hem dostluklarınız pekişir, hem de yorulmazsınız...

Bu hafta sonu kendimce bunları saptadım. Gerçi yaşamın tüm ağırlığını üzerimizde insafsızca hissettirdiği bir dönemde, melankoli mevsimine, sonbahara giriyoruz. Zamlar kapıda. En pahalı benzine sahip olmanın gururu içinde bir ülkeyiz. Gazetede okudum, dünyanın en pahalı i-phone'u da ülkemizde satıştaymış. Bu kadar gelişmiş bir ülkeyiz işte! Ne verseler aspirin niyetine alıyoruz. Futbol hastalığımız, çok seviyoruz. Belki de yıllar sonra ekim ayına girerken Avrupa'da 2 takımımız ancak kaldı. Onlardan birinin hali de fena. Fenerbahçeli olmanın tüm zorluklarını da derinden yaşıyoruz ister istemez. Kendi payıma bir de iş problemi var ama alıştım korkarım. Alışmamak lazım ama ben bir iş bulacağıma etrafımdaki işsiz sayısının artışını görmek beni daha da endişelendiriyor...
Yahu yine neler yazdım, ne karamsar oldum... Olmayayım değil mi?
Tamam...
Evdeki bıdığım ilaçım olarak görevini yapıyor ne mutlu ki... Olanlara ne mutlu... Olmayanlara acilen tavsiye ederim...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Haydi Kartallılar...



Futbol çoğumuzun dünyası... Futbolu seviyoruz ve bir sporsever olarak dünyasında bulunduğumuzda çok farklı tatlar alabiliyoruz...
Futbolla ilgili şeyler de aynı şekilde ilgimizi sık sık çeker... Örneğin bir film... 'Dar Alanda Kısa Paslaşmalar' isimli film bunlardan biriydi. Bir takımın etrafında amatör ruhla yaşananların konu alındığı bu film benle beraber birçok kişinin o dönem fazlasıyla hoşuna gitmişti...
Futbolu amatör ruhuyla yaşamak... Büyük kulüp taraftarı, çalışanı veya yakını olunca bu biraz zor oluyor. İşin içine giren profesyonellik an geliyor çeşitli hesaplaşmaları da gündeme getirebiliyor ve işin tadı kaçıveriyor...
Her zaman futbolun amatör ruhu beni kendine hayran bırakmıştır. Bir grup insanın sırf başarı için biraraya gelip zor şartlarda verdiği mücadele bana göre çok anlamlıdır...
Ben bu heyecanı son dönemde Kartalspor'la yaşıyorum. Başkanlığına gelen sevdiğim bir ağabeyim, Hamza Tozkoparan'ın göreve soyunmasıyla Kartalspor'u yakından takibe başladım. Başta ekonomik olmak üzere yaşadıkları zorlukları yakından görüyorum. Ama gerçekten Kartallı bir başkanın göreve gelişi takımı farklı duygularla kenetlemiş gözüküyor. Belki başarı olarak hedefler çok büyük değil ancak herkes yine de başarılı olmayı fazlasıyla arzuladığını sergiliyor.
Nedeni basit... Bulunduğu ligin tek İstanbul temsilcisi olan Kartal mütevazi bir ilçe takımı. Volkan, Egemen, Olcan gibi ciddi yıldızlar Kartal yapısından Türk futboluna kazandırıldı. Kartal ilçesinde takımı seven bir kesim var. Altyapının genişliği (Bu arada geçen sezon A2 takımının şampiyon olduğunu hatırlatalım) kulübün aile bireylerini de genişletiyor. Sonuçta ortaya sevimli, amatör ruhlu bir takım çıkıyor. Evet, Kartalspor profesyonel bir kulüp ama mücadelesini amatör ruhla yapmanın sempatikliğini sergiliyor. Statı, seyircisi, bütünlüğü bunların başlıca olumlu etkileri...
Kampını, bazı hazırlık maçlarını izlediğim Kartalspor'un ligdeki ilk maçı olan Göztepe karşılaşması için tribündekilerden biriydim. Açıkcası Kartallı başkan Hamza Tozkoparan, Kartallı hoca Besim Durmuş ve Kartallı çalışanların yoğunluğuyla ortaya çıkan heyecan maça da fazlasıyla yansıdı. Zordur o ligde devreyi 1-0 yenik kapatıp maçı döndürmek. Bunu başardılar. 16.00'da başlatılan maçta mücadele 36 derece altında oynandı. Ve en önemlisi o lige oranla gerçekten keyif alınan bir oyun vardı. Heyecan fazlasıyla yaşandı. Hele son 10 dakika içerisinde karşılaşma 2 tarafa gitti geldi. Sonuçta Kartal kazandı. O sıcakta kalkıp İzmir'den gelen Göztepe'nin takımına aşık seyircisi için üzülmemek elde değil ama bunun adı futbol, 2 taraf birden kazanamıyor...
Beni düşündüren ise Kartal tribünleri oldu...
Hamza Tozkoparan'ın başkan olması futbol dünyasından ciddi isimleri bir süredir Kartalspor etrafında topluyor. Destek için yine vardılar. Ama asıl olması gereken Kartal'ın mülki amirlerinden çoğunluğunun maça gelmediğini gözlemledim. Sorduğumda bir tek belediye başkanının tribünde yer aldığını şaşırarak öğrendim. Diğer isimler yeni dönemimde Kartalspor'u sezonun ilk maçında yalnız bırakmışlardı... ...
Tribünlerde de ciddi boşluklar vardı... Bir grup taraftar 90 dakika takımlarına destek verdiler ama açılmasına gerek bile görülmemiş tribünler görüldü. Tüm bunlar İstanbul'un en önemli ilçelerinden biri olan Kartal'a yakışmadı...
Artık Kartal'ın bir hedef için yola çıkmış, futbol dünyasının önemli isimlerinin desteklediği ve yönetiminde de ciddi isimlerin yer aldığı bir ekibi var... Kartallıya yakışan, bu takımı desteklemeyi görev edinmek olmalı...
Alt liglerde bir söylem vardır... Seyirciyi tribüne çekmenin tek yolu ya şampiyonluğa oynamaktan ya da kümede kalmaya mücadele etmekten geçer diye... Buna gerek kalmadan sezon başından itibaren Kartallı, ilçesinin merkezindeki statında takımını desteklemeye soyunmalı...
Takıma destek verenleri saygıyla karşılıyorum... Ama bir kimlik de kazanmak da şık olur.... Bir marş bestelenebilir... Bir slogan yaratılabilir... Bir sosyal hareket ayarlanılabilir... 90 dakika davul gürültüsü ve bildik tezahüratlarla klasik bir görüntüden çıkmak o takıma kimlik kazandırır, hedef sağlar...Bu da bu Kartal'a yakışır...
İlk maç futbolseverler için o sıcakta fazlasıyla keyif vericiydi... Siz de karşılıksız futbolseverlerdenseniz Kartal'ı bir takibe alın derim...
Ve Kartallılardan da ailecek takımlarının yanındaki yerlerini bir an önce almalarını bekliyorum... İnanın kulübün şu anki ruhu bunu hakediyor...  

20 Ağustos 2012 Pazartesi

İyi Bayramlar


Hep böyle oluyor... Ne zaman bir fırsatını bulup kendimi yeşilin, tabiatın, köyün, köylünün içinde bulunca aklıma onlarca 'niye' ile başlayan soru geliyor... Bu bayramda da böyle oldu... Şu satırları yazdığım ağacın altı beni bu sorulara taşımaya başladı... Buraları da yakıp site falan mı yapmalı... bozuyor insanı...

Aklıma gelen soruları paylaşmak istedim...

  • Niye biz büyük şehirlerin garip düzeninden kurtulamıyoruz? Heryerde insanlar yaşıyor ama şehre giren çıkamıyor... Onca eziyetine karşın...
  • Niye İstanbul'da, İzmir'de, orada burada çekilen 1 fotoğraf son derece muazzam bir şekilde lanse edilirken o güzelliği sadece adı şehir olmayan yerlerde sürekli yaşayanlar bizler kadar hava atmıyor? Aslında kıskanması gereken biz değil miyiz... Karadeniz, Ege, Akdeniz.. Oralara gidip 2 fotoğraf koyduk mu havamızdan geçilmiyor. Oysa düşünsenize bizim 1 yıl çalışıp, biriktirip oraya gitme düşlerimize karşın oraları 12 ay yaşayanlar var. Ya onlar bize hava atmaya çalışsa?
  • Niye para insan hayatında öneminin yanı sıra bir de bu kadar bağlayıcı oluyor? Örneğin İstanbul'da kazanıyorsunuz ama bir yere gitmeyi düşlediğinizde 'Orada ne iş yapabiliriz ki' diye düşünmekten kafayı yiyorsunuz..
  • Niye büyükşehirlerdeki eğitim çok daha iyiymiş gibi karşımıza çıkıyor? Politikacılar, işadamları yoğunlukta hep Anadolu'dan yetişme ama biz çocuklarımızı, işimizi gücümüzü ayarlasak da yetiştirmek için şehirlerden koparamıyoruz...
  • Niye büyükşehirde yaşayan insanlar daha geveze oluyor? Bir yere gittiklerinde, hele yurt dışına falan gittiklerinde insanların sosyal ortamda inanılmaz çenesi düşüyor. Şunu yedik, buraya gittik, bunu yaptık falan filan... Gittiğin yerin herhangi bir tarihsel özelliğini öğrendin mi? Yok! Ne yaptın? Yedim... Bir de bol bol içtim... Aferin :):) Fotoğraf da çektim... Fotoğraflarda kişilerin kendisi... Japonlar da sürekli fotoğraf çekiyor amma gidip gördükleri, öğrendikleri yerleri çekiyorlar... Bu arada o gidilen yerlerdeki insanların gıkı çıkmaz... Bana göre bunun tek nedeni onların gidip çenesi düşenlere oranla hayatı daha yoğun ve keyifli yaşamaları...
  • Niye kuşaklar kendilerini bu ortamlardan kurtaramıyorlar? Örneğin babam da annem de İstanbullu ama geçmişleri başka yer kökenli... Örneğin şu an büyüklerimin kökeninin olduğu yerlerdeyim ve onlara bizi büyükşehirlere ittikleri için kızgınım. Onlar buralarda daha keyifli yaşıyorlar. Bunu diyorum ama yol bulup çocuğumu, ailemi buralara çekemiyorum. İşti, eğitimidi derken yollar hep kapalı gibi gözüküyor...
  • Niye büyükşehirde yaşayanlar kendilerini o şehrin efendisi sanırlar? Oysa örneğin İstanbul'u İstanbul gibi yaşamak için ciddi bir ekonomik güç gerekmez mi... Yemeği yiyeceksen boğazda yiyeceksin... Alışverişi yapacaksan Etiler'de, Bağdat caddesinde yapacaksın... Bir yere gideceksen yollarda sürünmemek, arabanda çıldırmamak için keyifle taksi kullanacaksın... Bunlara İstanbul nüfusunun yüzde kaçının ekonomik gücü yeter? Çiçek Pasajı'na git.. Reklam tabelaları tarihi örtmüş. Etraf kıro dolmuş. Saygısızlık, gürültü, müzik adı altında sesler almış gitmiş. Neymiş, İstanbul keyfi... Bu örneği İstanbul'un geneline yayarım... Bu mudur İstanbul'u yaşamak?
  • Niye İstanbul'u yaşatmaya çalışanların gözü sürekli cüzdandadır ve biz bundan niye zevk alırız? Arabanı park edersin, para... Sinemaya AVM'de gidersin, bilet olur 2 katı fiyat. Örneğin tarihi Reks sinemasında biletler 10-15 lirayken Capitol, Nautilius gibi yerlerde 20 lira. Daha pahalı yerler de mevcut. Maliyeti 50 kuruşu geçmeyecek mısır 5 lira... Bu arada otopark – sinema arası mağazalar falan derken yorgunluk da kendini gösteriverir. Neymiş, 2 kişi sinemaya gitmişiz. 2 saatlik film git – gel 3 saati aşkın süremizi ve 70-75 lira minimum paramızı almış. İşte büyükşehir anlayışı...

Ben bu hayatı anlayamamaya başladım. Boşluktan mı nedir, geçmişte, yoğun çalıştığım dönemlerde fena halde kandırıldığımızı görmeye başladım... Ve işin kötüsü pek de bir şey yapamıyorum kurtulmak için... Sizler de sanırım yapamıyorsunuz...

Bir şekilde kaçanları kutlarım bu monoton metropol hayatından... Metropolü düşleyenlere 'sakın' derim...

Ve de herkese iyi bayramlar dilerim...

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Ne Kadar İlerledik...



Gün içerisinde hepimiz bize hoş veya ters gelen şeylerle karşılaşıyoruz. Akşam olunca bunları yazıya dökmeye çalışayım diyorum. Hangi biri derken aklım karışıp duruyor...

Öyle bir garip ortamda yaşıyoruz ki eleştirilecek onlarca şey bulmak mümkün... Ya da çok eleştirme eğilimliyiz... Buna karar veremiyorum...

Bildiğiniz üzere spor kökenli biriyim. Spor yaptım, muhabirliğini yaptım, hayatımı ona endeksledim. Birgün tamamen emekli olduğumda da sanırım spor bir çok aile büyüğüm gibi en büyük hobim olacak.

Onlardan tek farkım olacağına inanıyorum. Spor dünyasına girip kişileri tanıdığım için asla ve asla kişileri gözetmeden sanırım yalnızca olaya spor gözüyle bakacağım. Bunu spor dünyasını yakından tanıyıp yönetici bazında bu işe sadece spor aşkıyla bakan kişi oranının yüzde 5'i geçmeyeceğini gözlemleyen biri olarak söylüyorum...

Millet olarak bunu ne kadar yaparız? Bence yapamayız... Bizim için spor transfer demek... Seçim demek ... Şampiyonluk demek... Yenemiyorsan mızmızlık yapmak demek... Tuttuğun takımdan başka herkesi hor görmek demek... İnandığından dönmeden körü körüne desteklemek demek... Ve en önemlisi başta dediğim gibi transfer demek...

Spor bizim için bir tenis maçı izlemek değil... Ya da olimpiyatlarda bilmediğin bir branşı bile izleyip öğrenmeye çalışmak demek değil... Kendi kulübünden olmayan birini desteklemek değil...

Bence sportif açıdan oldukça kötü yolda ama sporsever bir toplumuz..!

Sporu olaylarıyla seviyoruz... O olaylara bilmeden etmeden müdahil olup tartışmayı seviyoruz. Hiç tanımadığınız bir kişi ekranda sizin fikrinizi savunuyorsa en büyük yorumcu o oluyor. Aynı yorumcu bir gün tersini terse o zaten kötü olmuş oluyor. Yıllarını belli branşlara vermiş insanlar bir fırsat bulup gözlemlerini anlatıyor ve bu işinize gelmiyorsa o size göre zaten kötü gazeteci... Ancak sonradan ortaya çıkmış biri yeter ki sizi desteklesin, o zaten yılların usta ismi oluveriyor...

Özel bir nedenden ötürü hafta sonu evden ayrılamadım... Geceleri ekranlardaki spor programlarını konuklarıyla izledim... Örneğin bu mesleği yaparken sarı basın kartı sahibi olan, konuştuğu konuyla ilgili 5 yıldan fazla gazetecilik emeği olan kişi pek göremedim. Beni üzen, bu özellikleri taşıyanlar o programların yapımcılarıydı ama onlar bile kendi meslektaşlarını değil de hır gür eşliğinde programlarını belli noktalara getirecek isimleri konuk olarak seçmiş olmalarıydı.

Futbolun yeni sezonun resmiyet kazanmasına çok kısa süre kaldı. En önemlisi de takımlarımızın Avrupa mesaileri başlayacak. Peki.... Biz yaşadığımız krizi ne kadar atlattık? Atlatmak için ne yaptık? Ne yapıyoruz? Ateşi söndürmek yerine sürekli odun mu attık altına? Ciddi sıkıntıları gözardı edip birbirimizle sidik yarışını mı tercih ettik?

Ne kadar hazırız yeni sezona?

Bana pek değiliz gibi geliyor... Camialar kendi içlerinde bile daha tam bütünlüğü sağlamış değiller ki ülke olarak hazır olalım... Diyetler bile ödenmedi... Herkes haklı... Bu ortamda biz futbolumuzu günlük başarılarla yaşamaktan öteye sanırım gidemeyeceğiz... Yönetenler hala birbirleriyle savaş halindeler. Temsilcileri sürekli eleştirdikleri medyada ilginç şekilde yer bulup karşılıklı suçlamaları sürdürüyorlar. Böyle bir ortamda taraftar ne yapsın, nasıl futbol dünyasını hazmetsin... Pek mümkün değil gibi...

Siz siz olun, sakin olun... Bilinçsiz konuşup bulunduğunuz ortamları germeyin. Ve bu tip konuşanlara taviz vermeyin ki onların da sonu gelsin...

Futbolu kişiler yaşatmaz... Sevgi ve sağlıklı düşünce yaşatır...



18 Temmuz 2012 Çarşamba

Yüzünüz Hep Gülsün...


Yaşamınız her döneminde çeşit çeşit arkadaş gruplarınız olur... Okul, mahalle, iş, emeklilik... Her dönem diğerleriyle koparsınız...

Anne babanız vardır... 'Allah evlat acısı göstermesin' mantığıyla onların acısına katlanmak size düşer...

Kardeşleriniz olur... Bir dönem beraber yaşarsınız aynı çatı altında... Sonra koparsınız... Herkes kendi yoluna gider...

Çocuklarınız olur... Yıllarca aynı evi paylaşırken üzerine titrersiniz. Sonra yuvadan uçarlar... Görebildiğiniz her günü kazanç sayarsınız...

Bir de eşiniz olur... Yaşamınız bir bölümünde hayatınıza girer... Son güne kadar da yanınızda kalır...
Onun tek kıskandığı ise varsa bir takım sevdanız, odur...

Bir başkadır takım sevdası... Bazıları neden o takımı tuttuğunu bilmez. Mirastır o... İlk günden son güne kadar yaşanan, hissedilen... Neredeyse her gün en az 1 kez düşünülen. Yaşamınızı çoğu zaman ona göre yönlendirirsiniz. İş, tatil, gezme derken tüm planlar bir maç üzerine yapılır...

Ve doğal olarak çoğu kez eşiniz bunu kıskanır. Ondan önceki sevgilinizdir ve sizi onla paylaşmak zorundadır...

Bir başkadır takım, renk sevgisi... Gerçekten anlatılamaz... Kana genç yaşta karışırsa bazen çok daha mantıklı bir hayat planı varken siz ona göre kendinizi yönlendirirsiniz. Buna örnek kendimi gösteririm her zaman... Gençken bir çok iş seçeneği arasında tüm sıkıntısına karşın mesleğinizi bu sevdanın etrafında oluşturursunuz...

Bunu yapanlardan oldum... Kendime olan saygım, tuttuğum takıma olan ahlakım doğrultusunda mesleğimi yapmaya gayret ettim... Bir yere kadar geldim... Kimi zaman tebrik aldım, kimi zaman tepki... Yanlışı yazdım, suçlandım. Doğruyu yazdım, yalaka dendim. Çoğu şeyi yaşadım...

Ama içimdeki sevgi bitmedi... Kendi dünyamda tüm objektifliğimle bunu yaşamaya çalıştım... Sadece takımımı sevdim. Onun için kendimce yanlış gördüğümü dile getirdim. Bunu yapmak zorunda hissettim. Doğrusu buydu bana göre...

Etrafımda hep renktaşlarım oldu. Onları hep gözlemledim. At gözlüksüz, gönülden bu duyguyu yaşayanlara inanılmaz bir saygı gösterdim. Sevdalarını, tutkularını hırsa çevirenlerden endişe duydum. Onlardan hep kendi duygu ve düşünceleriyle davranan taraftarlar olmalarını bekledim...

Öyle ya da böyle takım sevgisi yaşayan herkese saygı gösterdim... Aynı saygıyı görmesem de...

Takımınızı, renklerinizi sevin... Camianıza sahip çıkın... Ama bir yandan herkese saygı gösterin... Ve sevdanızı kullanmak isteyenlere dikkat edin...

Bu sevgi çok farklıdır. İnsanı yaşama bağlar... Mutlu olmayı öğretir. Terbiye eder insanı... Özellikler katar... Tek şartı bu sevgiyi doğru kullanmaktır...

Sevgisini doğru kullanan herkese selam olsun...

Her Fenerbahçelinin 'Fenerbahçeliler Günü' kutlu olsun... Yüzünüz hep gülsün...

8 Temmuz 2012 Pazar

Gül...

Gul'du kayıklarının ismi... Yasları 80 civarındaydı... Tüm tatilciler çiftin günde 2 kez balığa çıkışlarını imrenecek izliyorlardı. Kovaları her defasında Selimiye'nin küçük balıklarıyla doluyordu. Herkes "ne keyif" derken onlar bu keyfi yasamı ucuza getirmenin mutluluğu olarak yasıyorlardı.  Büyük şehirde parayla sağlanamayacak bir ortamda yasıyorlardı. Onlarin da zaten paraları yoktu... Ama onları o yasta beraber balığa götürecek sevgileri vardı. Kimseye muhtac olmadan yaşıyor olmanın gizemi belki de yaşadıkları yerde gizliyi.. Bir sahil koyünde basit bir yasamın aslında o kadar da çok sırrı vardı ki... Büyük sehirlere sığmayacak kadar... Ve o sehirdekilerin anlayamadığı kadar da karışık...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Spor Kendini Gösterince...



Hep tartıştığım ve açıkcası cevabını bulamadığım bir sorudur, 'Taraftar mıyız, futbolsever miyiz, yoksa ikisi miyiz'...

Kış boyunca 3 Temmuz sürecinin yansımaları içerisinde bir tartışmadır yaşadık durduk... Kimse hata falan kabul etmezken sürekli birbirlerini suçlayan insanlar gördük. Maç oynanırken 'Biz şöyleyiz, siz böylesiniz' diyen o kadar insan gördüm ki... Nadiren gördüğüm özeleştiri yapan insanlar bir nebze de olsa teselli verirken ortalığı sakinleştirme noktasındaki kişi veya kurumların 'haklılık' savaşı düşmanlık tohumlarını ekti durdu... Sözde 'savunma mekanizmaları' ise ortalığa tuz biber ekti sürekli....

'Şu lig bitse de rahatlasak' diyenler giderek arttı...

Bu noktada yanlış bir saptamam oldu... Bir süre spordan uzak kalacak ve belki de kendimize gelecektik. Öyle olmadı. Hasret kaldığımız sporun gerçek yüzü bir anda kendini gösterdi... Roland Garros, Euro 2012 derken taraf olmadan spor izlemenin keyfi çıktı karşımıza. Taraftarlık kimliklerinden objektifliklerini kazıyanlar sessiz kesimde yer alınca etrafımızda sportif konuların daha çok konuşulduğunu gözlemlemeye başladım. Euro 2012 çok renkli bir başlangıça sahne olmasa da görmek istediğiniz gözle bakınca keyif alınabileceğine inanıyorum. Roland Garros sona erdi ama tadı bence damakta kaldı. Tenis turnuvaları sporda bireysel mücadele izlemeyi tercih edenlerin başlıca önceliği oluyor sanırım...

Her ne kadar bu sezon spordan, futboldan soğur gibi olduysak da yaz organizasyonları sporun kalite niteliğini bize tekrar kazandırabilir. Beklentim önce sportmen, sonra taraftar olunması. Aksi veya yalnızca, körü körüne taraftarlık işin keyfini kaçırıyor...

Bu kez biraz daldan dala olacak...

Kuyt çok konuşuluyor, soran çok oluyor. Nasıl bir tansfer deniliyor... Kuyt gibi bir isme kötü transfer demek çok absurd olur. Son yıllarında oynamıyor olsa, düşüşte olsa neyse de... Hem oynuyor, hem formda... Hollandalı yıldız oyuncu karakterini de dikkate alırsak Fenerbahçe'ye sportif açıdan çok katkı sağlayacaktır. Tek soru işareti ekonomik olabilir. 3 yıllık maliyeti 12 milyon euronun üzerinde olacak ve bu sürenin sonunda muhtemelen satılmayacak ya da benzer bir parayı Fenerbahçe'ye kazandırmadan gidecek. Demek ki maddi açıdan bir sıkıntı yok ki bu transfere yönetim onay verdi. Stoch geldiğinde transfer mentalitesi açısından çok memnun olmuştum. 'Hem oynar, hem de Fenerbahçe'ye kazandırır' diye düşünmüştüm. Nitekim şu dönem kendisine ciddi teklifler var. Bu yatırım açısından süper bir planlama, hele de bir Türk takımı için. 'Fenerbahçe takım kurarken böyle parasal hesaplara girmez' sığlığındaki düşünceye gülüyorum. Çünkü artık ekonomi sporda başarının en önemli ayaklarından biri... Ama kulüplerin de Kuyt gibi isimler için ayrıcalığı olmalı, ekonomik krizde olunmadıkça...

İnsan tanıdığı kişileri bir yerlerde görünce mutlu oluyor. Futbol dünyasında çok sevdiğim isimleri zaman zaman görev içerisinde gördüm. Güvendiğim her sevdiğimin de başarılı olduğunu izledim, mutlu oldum. Kartalspor'da Hamza Tozkoporan başkanlığa geliyor. Kendisine başarılar diliyorum. Kartalspor'a yeni sezonda daha dikkatli bakmanızı öneririm. Şartlar uygun olursa güzel şeyler olabilir orada...

Yılın bu mevsimi insanı canlandırıyor. Bu canlanma zihinsel anlamda da yaşanıyor. 2 hafta sonudur İstanbul'a yakın bir yerlere kaçtım cuma akşamlarından. Pazar geceleri döndüm. İstanbul dışına çıkar çıkmaz büyük şehir atmosferinden hemen kurtulanlardanım. Kendimle daha çok başbaşa kalma şansı yakalıyorum böyle günlerde. Düşünüyorum, tartıyorum, değerlendiriyorum... Yapıcı bir eleştiri yapma şansı yakalıyorum. Ailemle olmama karşın İstanbul faktörü boşa çıktığından kendi kendimle kalma fırsatını daha çok yakalıyorum. Size de tavsiye ederim, kendinizle zaman zaman başbaşa kalmanızı. İyi oluyor. Etrafınızdaki herşeyi daha iyi değerlendirme şansını elde ediyorsunuz. Ne iyi, ne kötü, kim dost, kim değil, kim gerçek, kim sanal... Aslında hayatımızda bu tip cevabını bulmamız gereken o kadar çok soru var ki...

En kötüsü de İstanbul'a dönmek... Bazı tipler var... Bir yere gidip bir fotoğraf çektirince 'İşte İstanbul, cart curt, falan filan' deyip sanal ortamda bunu paylaşıyorlar. Altına İstanbul'a övgü dolu methiyeler... Aynı kişi başka bir yere çıkıyor, yurt içi veya dışı farketmiyor. Bu kez oralara övgü, İstanbul'a sallama... Çok komik bunlar yahu... Kısacası resim altlarına tek tip bir şey yazsalar ya: 'Ben şurdayım. Çatlayın patlayın. Siz öküzsünüz, hayatı ben yaşıyorum. Şunu yiyorum, bunu çıkarıyorum. Siz de kıskanın!'

Bu gidişle sanal ortamın da çıkarmaya başladığımız cılkının sonunu getiririz herhalde...

Herkesi çok kıskanıyorum, bir şey yaşayamayan insan olarak... Dostlarım sağolsun... :)

Sağlıcakla kalın... Bana yazın... Nerdesiniz, ne yiyorsunuz, çok merak ediyorum...

27 Mayıs 2012 Pazar

Transfer Ne Kadar Çözüm...



Ne zaman futbol bitse, futbol dünyası için garip ve tehlikeli bir ortam oluşur. Futboldan kopamayanlar garip ve ısrarcı bir yaklaşım tarzıyla her yeri deşip birşeyler bulmaya çalışırlar. Bu da ortamı gerdikçe gerer. Gerçi ülkemizde futbol dendi mi artık gerilebilecek ne kaldı bilemiyorum ama sanırım bunu da başaracak bir yapımız mevcut.

Liglerin bitimiyle bir merak başlar ki sormayın gitsin: Transfer... Bunla ilgili soruların ardı arkası kesilmez. Bu arada bir de çok bilen kesim vardır. 'O buraya gidecek, şu geliyor' tarzında. Transferin bu kadar magazinsel bir şekilde gündemde olduğu ülkemizde bu bilenlerin (!) prim uğruna bildiklerini sandıkları herşeyi tartmaksızın söylemeleri kadar doğal bir şey yok :) Çok emin olmadıkça ben bu konulara girmemeye çalışıyorum. Girersem de kimseyi kırmadan, ortamı bulandırmadan kenardan gitmeyi tercih ediyorum. Her kulağıma geleni, her iddiayı dile getirsem herhalde fena raiting yapardım :):):)

Transferi büyük bir mesele haline getiren arkadaşlara birkaç sözüm var...

  • Bu transfer dönemi her yıl 2 kere yaşanıyor. Kaç kez transfer dönemi şampiyonlarının başarıya ulaştığını gördünüz? Futbolda önemli olan bir sistem kurup eksikleri tamamlamaktır. Çok transfer yapan takım anlayın ki kimliksiz bir yapıdadır.
  • Hemen bu yıl G.Saray'ın şampiyonluğunu hatırlatanlarınız olabilir. Teknik direktör ve takım silbaştan oluştu ve şampiyon oldular. Bana göre 2 etken var: Önemlisi Fatih Terim gibi ülkemizi çok iyi tanıyan bir isim işe soyundu. Ve bir o kadar önemli etken de şike davası falan derken 'normal' bir sezon yaşanmaması....
  • Gazetelere sürekli sitem eden, 'Hergün yalan transferler yazıyorlar' diyen kesim, bir gazeteci, yönetici veya futbolcu gördüğünde aynı soruları ardı arkasına sergiliyor. Bu bir tezat değil mi sizce de...
  • Bir futbolcu adı ortaya çıkınca bu kez 'Bu iş niye bitmiyor' beklentisi var. Meslek hayatım boyunca 4-5 transfere adım adım, gazeteciden öte şahit oldum. 'Belki de hala olduklarım var!! Şaka veya değil :):):):)' İnanın transfer işi pazardan, marketten bir şey almakla aynı hızda olmuyor. Adım adım, satır satır herşey hesaplanıyor. Ve transfer öyle gerçekleşiyor. Şhit olduğum transferlerden bir Anelka idi. Tesadüf eseri çok içindeydim ve 45 güne yakın sürmüştü. Ve inanın gözümle gördüklerim gazetelerin bir çoğunda çıkan haberlerle hiç
    uyuşmuyordu...
  • Herkes takımına, futbolcusuna sevgisini göstere göstere bitiremiyor. Her yerde futbolculara büyük övgüler var. Ve aynı insanlar sürekli transfer istiyor. Peki o çok sevdiğiniz oyuncular bu transfer haberleri sonrası nasıl bir motivasyon içine giriyorlar hiç düşündünüz mü?

Sonuç: Bence transfer konusunda herkes sabretmeyi, sessiz kalmayı ve işi bilenlere teslm etmeyi bilmeli. Ortamı bulandırmamak önemli. İnsanlar transfer haberi istiyor. Gazeteler bu haberleri yapıyor. Ve sonra basına sitem... İnsanlar hakettikleri gibi yaşarlar, istediklerini önlerinde bulurlar...

Milli takımın Avusturya kampından bugün can sıkıcı bir gerginlik haberi geldi. Volkan Demirel ile gazeteci dostumuz Vedat Danacı bir gerginlik yaşamış. Volkan konumunun sağladığı güçle de sanırım biraz ağır sözler söylemiş. Hemen 'Meslektaşını koruyacak' şeklinde basit bir yaklaşımda bulunmayın lütfen...

Volkan sanırım 12-13 yıldır futbol oynuyor. Vedat 20 yılı aşkın süredir gazeteci. Sanırım 10 yılı aşkın süre daha yapacaktır işini. Çok sevilir arkadaşları içerisinde. Aynı ortamlarda az bulundum ama her zaman ölçülü ve işini iyi yapan biri olarak bilirim kendisini. Meslek hayatı açısından Volkan'dan çok daha tecrübelidir. Volkan'ı da tanırım. Gazeteci olarak haber açısından bir şey duyup sormak istendiğinde veya bir görüş alınmak istendiğinde pek ulaşılamaz isimlerdendir. Söylediğimizde 'Telefonum açık halbuki' der ama çok ulaşamadığım olmuştur kendisine. Oysa son çalıştığım gazetenin magazin servisi benim de haberim olmadığı bir haberi yaptığında sabah beni aramıştı. Daha saat 10 olmamıştı. Ve ben o haberi daha görmemiştim bile. Ben kendisine asla o hızda ulaşamadım. O birde bir yapmıştı :):)

1 yıldır sürekli şike davası nedeniyle fıtbol dünyasındaki herkesin sakin bir şekilde elele vermesi gerektiğini savunuyorum. Herkes kendi penceresinden haklılık savaşına girip sürekli çatışırken ben futbolun çatısı altında o pencerelerden bakılması gerektiğine inandım. Aksine, örneğin Fenerbahçeliler bile kendiiçlerinde bölündü. Ama sorsan herkes bu işlerin futbolun ötesinde olduğuna inanıyor ama yapılanla düşünülen birbirini tutmuyor...

Az buçuk tecrübemle o olayı tahmin edebiliyorum. Vedat işi gereği fotoğraf çekmeye çalışırken Volkan karşı çıkmıştır. Araya bir de sanırım Caner girmiş... Falan filan.... Ne gerek var arkadaşlar... Gerginliği biraz aşağı çekip ortama futbol bulaştırmak varken... Ne gerek var... Sonuçta aynı dünyanın insanları... Aynı pastayı paylaşıp geçinen insanlar değil mi?

Eş dost sohbeti olsun, Twitter olsun, ora olsun bura olsun... Bir laf söylüyorsun... Hemen karşı görüşler... Sohbetle ilgisi olmayan yaklaşımlar... Daha bugüne kadar bir yönetici, futbolcuyla çay içmemiş insanların bilgiçce yaklaşımları ve yine gerginlik...

Çok sıkıcı arkadaşlar... Biraz sakinleşin... Saygı göstermeyi ön planda tutun... Bu kadar yaşanandan sonra az biraz mütevaziliğin zararı olmaz. Olmuşa çare aramayın...

Olmuşa çare arayanlar, yapılacak hakkında fikri olmayanların işidir..

Geçmişi kurcalamanın anlamı yok... Futbolu seviyorsanız futbolu ön planda tutun... Pencelerinizdeki perdeleri de açın ki etrafı tam görün... Görmeyenlere tiyo: Futbol bitiyor, sevecek yanı kalmıyor...

Ve en önemlisi: Ortam rantçılarına prim sağlamayın...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Cehalet...



1980 yılıyla tribünde 'sürekli' taraftar olarak yerimi aldım. Lise üniversite derken mesleğe başladım. 18 yıldır profesyonel gazeteci olarak yine tribünlerdeyim. Fenerbahçe yandaşıyım ama işimi en objektif şekilde yapmaya gaytret ettim. Kazandığımızda – kaybettiğimizde herşeyi kendi dünyamda yaşamaya özen gösterdim. Takılacaksam, şaka yapacaksam bunu anlayacak ve benim de anlayış göstereceğim kişileri seçtim. Her zaman sakin, uzlaşmacı bir profil çizmeye özen gösterdim. İşimde yalnızca inandığım doğruların peşinde gitmeye çalıştım. Yanlşlarım oldu ama asla kasıtlı değildi.

Bu süreçte birçok gazeteci gibi kimseye yaranamadım. Yerenler oldu, sövenler oldu. Sevenler de oldu elbette. Herkesi bir arada idare etmeye çalıştım. Son yıllarda sanal ortamlar başgösterdi. Bunu positif kullanmak varken çoğu kez olduğu gibi halkımız silah olarak kullanmaya başladı. Sıksam çocuğum yaşta olabilecekler sahte isimlerle küfürler savurdular. Fenerbahçe'yi sahadan veya TV'den gören gönüllüleri yıllardır içimde yaşadığım camia için bana ahkam keserken ne hainliğimi bıraktılar, ne taraflılığımı, ne de birilerinin adamı olduğumu. Hatta G.Saray'lı, Beşiktaş'lı diyenler bile oldu... Amaçları bok atmaktan öte bir zihniyet olmaksızın... Herkesin adamı oldum sırayla... Şu dönem işten uzağım. Nasıl birilerinin adamıysam...

Ben hep kendimi bildim... Aynadaki kişiye hiç ihanet etmediğimi biliyorum...

Futbolu çok sevdim. Fenerbahçe'yi de... İyi ki G.Saray, Beşiktaş ve diğerleri var ki futbolun tadını çıkartık ülkemizde. Yoksa ülke futbolumuzun verdiği keyif ortada. Maksat futbol seyretmek olsa diğer liglere talim etmek zorunda kalacaktık. Ama takımlarımızın rekabetiyle futbolumuzu renklendirdik.

Buraya kadarmış demeye dilim varmıyor ama futbolumuz bu sezon büyük yara aldı. Ve artık herşeyin tadı kaçtı.

Suçlu herkes... Ben, yönetici, taraftarlar, polis, aklınıza gelen herkes suçludur bu işte... Bu kadar beyinsizce yaklaşılması sonrası şike davasıyla başlayan yarayı deşe deşe futbolumuzu yedik bitirdik.. 3-5 kişi sağduyuya çağırdıysa da galeyena çağıranlar rağbet gördü. Sokaklara döküldü herkes. 'Bizden olmayan, bizim gibi düşünmeyen ölsün' mantığı hakim oldu. Sokaklarda çatışırken yukarılardan bir tane akıllı ses gelmedi. Klasik deyimle 'Filler çarpıştı, çimler ezildi'

Herkes yalnızca kendi penceresinden baktı. Kimse haklı değildi kişinin kendinden başka. Herkes kahrolsundu, yaşasın bizim düşüncemizdi.... Bizim düşüncemizde olmayanlar bizim takımı tutmamalıydı, onlar da düşmandı...

Futbol sokaklarda, TV'lerde yaşamaya başladı. Çimler üzerinde olanlar 2. planda bırakıldı. Futbolun çimler üzerindeki görevi 2. plana itildi...

Bu karmaşıklıklar, iğrençlikler içinde Fenerbahçe – Galatasaray maçına geldik. Belki futbol tarihimizde bir daha olmayacak bir final oynanacaktı: Fenerbahçe – Galatasaray maçını kazanan şampiyon olacaktı! Bunun de içine ettik. Bir yılı temizleme yerine yaşanan tüm iğrençlikleri her yere sıvamayı tercih ettik.

Taraftar – polis kavgasını basit bir çekişme olarak görenler yanılıyor. Bu tablo birilerinin isteğiyle yaratıldı ve sokaktaki herkes, polisi – taraftarı buna uydu.... Herkesi birbirine düşman etmek isteyenlerin planı tuttu. Tebrikler onlara...

Taraftar arkadaşım... Başın sıkıştığında, hırsız geldiğinde, kaza yaptığında, uzaktayken ailen bir sıkıntı yaşadığında koştuğun polis değil mi? Senin sahada işin ne ki sahaya girmeni engellemeye çalışan polise saldırıyorsun?

Polis arkadaşım... Biber gazını dibine kadar köklediğin o insanları arasında eşinin, akrabanın çoluğu çocuğu olabileceğini hiç mi düşünmüyorsun? Senin de oğlun yarın bir gün maça gidecek.. Aynı muameleyi görse?

Polis ve taraftar arkadaşlarım... Sizler aynı insanlarsınız yahu? Bunu hiç mi düşünmüyorsunuz? Hiç mi birilerinin oyununa geldiğinizi hesaplamıyorsunuz?

Bu maçta yaşananlar 1 günlük olay değildir. 1 yılın sonudur. Adım adım gelinen son. Ve aynı zamanda futbolumuzda başlayacak çirkin bir dönemin başlangıcıdır. Maç biteli 48 saat oldu ben bu satırları yaşarken....

Aynı aptallıklar sürüyor... Herkes birbirini suçluyor. Değişecek hiçbir şey yokken herkesin tek derdi 'kendini haklı göstermek.' İftiralar, bok atmalar... Maşaların ortalığı bulandırmaları... Ve en büyük tehlike bir halt bilmeden, bir şey yaşamadan sürekli ahkam kesenler... Bilene saygı göstermeyip herşeyi sahiplenenler...

Biraz susun ne olur... Sakin olun.. Hatta çok şey isteyeceğim ama biraz anlayışlı olup alttan almayı bilin... Hadi biraz daha isteyeyim... Eleştirdiklerinizin yerine kendinizi koyup öyle düşünün. Fanatik olmayın, taraftar olun... Futbolu sevin, kulübünüzü sevin... Futbolu kenara koyup ona buna düşmanlık yapmayı bırakın...

Avrupa maçlarını izleyin... Karşılıklı anlayışı, saygıyı ve centilmenliği görün. Sabrı, desteği gözlemleyin. Bunlara hayran olmakla kalmayın, uygulayın... Bakın futbolumuz ne kadar güzelleşecek.... Güzelleşecekti...

Ama biz futbolumuzu gömdük hep beraber... Neden mi? Tek kelimelik yanıtla: Cehaletimizden..

25 Nisan 2012 Çarşamba

Şaşırtan Dakiklik


Yaşamım boyunca gerek babamın mesleği, gerekse kendi çalışma dönemim içerisinde standartların üzerinde uçuş yaptığımı düşünüyorum. Eskiden tek THY vardı. Son yıllarda alternatif firmalar çoğaldı. Çalıştığım dönemde işyerinin genel tercihi THY olmuştu. Dolayısıyla uzun yıllar THY'nin verimli bir müşterisi oldum..

Son 5 aylık süreçte biri yurtdışı, biri de yurtiçi olmak üzere 2 kez uçak kullandım. Ve her ikisinde bu kez Pegasus'la uçtum İlki yurtdışıydı. Tesadüf dedim. Bir kez de yurtiçinde aynı görüntüyü yakalayınca 'İnsan beğendiğini de dile getirmeli' diyerek bunu yazmaya karar verdim.

2 uçuşun anlamı 2'şer iniş ve kalkış demek. Bu 4 havalanmanın da tam saatinde olması fazlasıyla şaşırttı. Kolsaatlerini ayarlamak gerekse sanki kalkış saatleri baz alınabilirdi. Tam dakikasında uçak havalanmıştı her defasında... Ne 1 dakika eksik, ne 1 dakika fazla... Hatta yurtdışı uçuşumda gideceğimiz yere de 15 dakikaya yakın erken vardık.

Etrafımdaki herkese sormaya başladım... Herkes dış kaynaklı bir etken olmadıkça Pegasus'un genelde dakik olduğunu söyledi. Gerçekten alkışı övgüyü hakeden dakiklikleri söz konusu. Uçakları yeterince rahat. İkram özellikleri yok. Uçakta zaman zaman komik alışveriş görüntüleri izleniyor. Ama 'Benim için beleş bir şeyler yemek değil, zamanında gidip gelmek' diyenler için Pegasus doüru adres görüntüsünde...

Yıllarca THY kullandım. Zaman zaman uçağa geç kalır gibi olduğumda sağolsun 'Nasıl olsa 10-15 dakika rötar vardır' düşüncemde THY beni iç yanıltmadı.

Bu yazı asla reklam kokan bir hareket değil... Yalnızca yıllarca rötarlar nedeniyle saatlerini salonlarda geçirmiş birinin haklı beğenisini dile getirişidir... 

13 Nisan 2012 Cuma

Babam...



13 Nisan babamın doğum günüydü... Rahmetli babamın... Yıllardır özlemle andığım babamın... Gün boyu onu andım durdum, kendi içimde... Şöyle yapardı, böyle yapardı deyip durdum. Biraz hüzünlü bir gündü benim için. Birazdan da öte... Oldukça hüzünlüydü...

Açıkcası etrafımda babalarıyla yaşayan dostlarımı kıskandım. Ve onların benim hislerimle mümkün olduğunca geç yaşamaları için de dua edip durdum...

Sağlığında babamla süper kapışırdım. Etrafımızdakiler de gülerek bizi izlerlerdi. Ama her defasında buluşurduk. Buluşmak da zorundaydık. O babam, ben de oğluydum. Bana çok kızardı. Bir çok nedenden ötürü. Dinlemezdi beni. Bir gün ona mektup yazmıştım. 'Bana kıyma. Babamsın ve senin tavırlı günlerin bana acı veriyor' içerikli bir şeyler yazmıştım. Ondan sonra bana çok fazla tavır almamıştı. Onu ne kadar da özlüyorum... Anlatmam zor... Etrafımda babasını yitirmiş tanıdıklarım var. Çoğu aynı hisleri paylaşıyor. Hiç konuşmadan bakışlarımızla anlaşıyoruz, özlemimizi paylaşıyoruz...

Yalnızca babalar değil... Kaybedilenlerin özlemi o kadar büyük oluyor ki... Hele de benim gibi orta yaşlara gelince...

Bu satırları kim okuyor bilmiyorum... Ama yaşayan her büyüğünüze sahip çıkmakta fayda var. Sonra çok pişman oluyorsunuz. Benim duyduğum pişmanlık yok. Babamla çok şey paylaştım. Maça gittik beraber. Bordeaux maçında tribünde kalp krizi geçirdiğinde yanındaydım. Elimi tutuyordu. Kendine geldiğinde 40 dakikayı geçmişti. Maçı sormuştu. Beraber tatile çıktık. İçtik. Çok güldük. Ama hçbirine doyamadım. Siz de muhtemelen doyamazsınız ama mümkün olduğunca sevdiklerinizle uzun uzun yaşamakta fayda var.

Yaşam bazen çok uzun bazen çok kısa... Bu süreçte garip garip kaprislere, kavgalara, nazlara gerek yok. Fazla böbürlenmek gereksiz. Gerçek dertleri olan insanlar varken dert yaratan, pireyi deveye çeviren bir mentaliteyle yaşamak anlamsız.

Hayatı sevdiklerinizle mümkün olduğunca kolay yaşayın... Yarını yaşayacaksınız. Ve bir daha asla yarın olmayacak. O nedenle yarını tüm keyfiyle yaşayın... Sevdiklerinizle... Sizi hakedenlerle...

23 Mart 2012 Cuma

Sizin Aracınız Hiç Kayboldu mu?

Bundan yıllar önceydi... Hollanda'daydım. Boş bir günümüzde Amsterdam'a gittik. Kiralık araç vardı bende. Bilen bilir, Amsterdam'da bisiklet için bile park yeri bulmak sıkıntılıdır. Doğal olarak attığım şeref turları sonrası bir ara sokağa parkettim. 3-4 saat sonra geldiğimde camda bir kağıt buldum. Etrafa dikkatli baktığımda parkedilmez işaretinin ağaç dalları arasında kaldığını gördüm. Kağıdı okudum. Bir polis numarası vardı. Lastiklere baktığımda sol öne aracın gidişini etkileyecek bir demir takıldığını gördüm. Kağıttaki numaraya telefon ettim. Yine kağıtta yazılı numarayı okudum sadece. 15 dakika sonra bisikletli 2 polis geldi. 120 euro cezayı aldı, demiri söktü ve gitti...

Acı bir tecübeydi...!

Zamanında yeterince dert yanmıştım bunla ilgili...

Bu yazdıklarımı başıma benzer bir olayın yeniden gelişi nedeniyle yazmıyorum. Genelde başımıza bir şey gelince hemen bağırırız ama bu kez öyle değil...

Geçen gün Moda'da dolaşıyordum. Polisin çekici araçının bir arabayı kaldırdığını gördüm. 4 tekerleğe takılan demirler jantı çizmişti. Araç çekiciye yüklendi. Polis seri bir şekilde aracı alıp gitti. Adeta bir hırsız gibi. Evet, hatalı parktı. Yaya geçidi üzerinde. Herşeyimiz doğruyken o araç yaya geçidine parketmişti. Çekicideki adamlara dikkat ettim. Zorluklar içerisinde dünyayı kurtarır bir eda içinde son derece seriydiler. Halbuki her çektikleri araç bildiğim kadarıyla onlara cezanın yanında çekici parası adı altında bir gelir kaynağı.

Aracınız hiç çekildi mi bilmem ama bu ülkemizde iğrenç bir durum. Sanki hırsızlar götürmüş gibi bir his kaplar içinizi. Sonra etrafa sorarsınız, 'Burada çekilen araçlar nereye götürülür' diye. Çeken polis en ufak bir not bırakma gereksinimi duymaz. Araç sizin ya, nasıl olsa bulursunuz. Bulduğunuzda önce çekici parasını, sonra cezanızı ödersiniz. Ceza tamam, adam gibi parketseydik de... Biz mi dedik çekin diye... Yazın plakaya cezayı. Ocak veya temmuz aylarındaki, o da olmazsa trafik muayenesinde çıksın. Yok, illa o araç çekilecek. Çekilirken oarası burası çizilecek. Sorsanız cevap hazır: 'Biz yapmadık!' Ya da bunla ilgili bir birim kurulamaz mı, bisikletli...

Ne kadar modern bir durum, yüzyıla yakışır... Buna bir önlem almak çok mu zor? Evet, hataya karşıyım. Hatta yanlışın cezası 3-4 katına çıksa gıkım çıkmaz ama cezalandırma sistemindeki bu arabeskliğe karşıyım.

4 Mart 2012 Pazar

Fenerbahçelilik

Gençlerbirliği karşısında 6-1'lik galibiyet sonrası sabah kalktığımda bir düş dünyasına dalıverdim. Şike davası hiç olmasaydı... Geçmişe yönelik hiçbir endişe veya şüphe yaşanmasaydı... Camiada hiçbir karışıklık olmadan, birlik – beraberlik havası sürseydi... İktidarı muhalefeti elele olsaydı... Geçen yılın şampiyonı olarak böyle bir galibiyetin ötesinde böyle bir futbolla 2 hafta sonra oynanacak G.Saray derbisi ve ardından play-off beklenir olsaydı... Nasıl da bir gün olurdu kimbilir!

Bir an önce sahalara dönmeyi arzulayan biri olarak ben yine de o futbolun keyfini yaşamaya kararlıyım. Hele ki takım ligin son virajına yaklaşırken böyle bir tempo yakaladıktan sonra keyfim daha da büyüyor...

Ancak... Yaşananları yakından takip eden biri olarak yine de keyfe parmak atanları görmeden edemiyorum. Hele ki de bunların Fenerbahçeli kimliğiyle bu tatsızlığı yaratma çabaları inanılmaz iğrenç geliyor bana...

Neymiş: Fenerbahçe süper oynayıp kazandı ya, muhalafet çatlasınmış. Bazıları kahroluyormuş. Ben de dahil bazıları bu oyun ve galibiyete sevinmiyorlarmış. Doğum günü 3 Temmuz olarak değerlendirilebilecek bu zekası kıt kesim zafer şarkılar söylerken diğer Fenerbahçeli grup çatlıyormuş sinirden...

Hadi ordan beyler! Siz mi Fenerbahçelisiniz? Bırakın bu iktidar savaşını. O çatlıyor dediğiniz kesimin Fenerbahçeliliğini tartışmak size mi düştü? İlla sataşacak bir yerler arıyorsanız, futbol centilmenliği sınırları içinde gidin rakiplerle atışın. Birbirimizi kızdıralım rakiplerimizle. Elbette incitmeden. Futbolun keyifli rekabetini kullanarak. Ama birilerinin Fenerbahçeliliğini tartışmak kimseye kalmaz.

Fenerbahçeli olmak çeşitli nitelikler taşıyabilmektir. Saygı, mantık, hoşgörü, sevgi, bilinç... Bunlar olmadan taraftar da olunmaz. Başka bir şey olunur ama taraftar olunmaz.

Futbolun özünde eleştiri vardır. Şu böyle olmalı, bu şöyle olmalı tartışmaları olmadan futbol dümdüz sıkıcı bir oyun olur. Ama 'Benim düşündüğümü düşünmeyen bizden değildir' mantığı taraftarlıkla bağdaştırılamaz.

Ben de eleştiriler alıyorum. Eleştiriyorum ya zaman zaman, ben Fenerbahçeli değilmişim. Geçin bunları, işinize bakın...

Hangi futbolcu ekmek kazandığı bu kulübe yalnızca vermesi gereken futbol hizmetini vermiyorsa...

Hangi yönetici işi sadece yöneticilik yapmakken bu yüce sıfatı kendi lehine kullanıyorsa...

Hangi kişi futbolcu, yönetici yalakası bir tavırla kendine rant sağlıyorsa...

Hangi kişi sürekli iktidar yalakalığıyle camiayı bütünleştirmek yerine bölücülük yapıyorsa...

Hangi taraftar, taraftarlık görevini aşıp siyasi bir kimlikle birşeyler kovalamaya çalışıyorsa...

Hangi gazeteci görevi dışında kasıtlı yalan dolanla camiayı karıştırmaya çalışıyorsa...

Bunları tartışın, bunları eleştirin...

Duyar gibiyim... Gazeteci dedim ya... Hemen eleştirenler var, 'Zamanında sen de neler yaptın' diye... Gazetecilik yalakalık değildir. Yanlış olduğunu gördüğü bir olay varsa, gazeteci bunun haberini yapmalı. Veya olayı ortaya koymalı. Asla kasıtlı bir karışıklık yaratmadım. Duyduğumu, bulduğumu ortaya koydum. İşe gelmeyen haberler yaptığım kadar işe gelenler de yaptım. Doğaldır, kör gözler onu asla görmedi. Ama ne ben, ne de bir başka muhabir arkadaşımın kasıtlı bir haberini duymadım. Muhabir diyorum. Çünkü ben onları tanırım. Onlardanım. Yönetim kademesinde olmadığım için onların işine karışma lüksüm de olmadı. Dikkat ediyorum da o eleştirdiğim kitle sürekli muhabirlere tepki içinde.

Eleştiri olsun ama yapıcı olsun... Şu dönem gördüğüm eleştirilerin ortaya koyuluş biçimi Fenerbahçe'ye hiçbir fayda sağlamaz. Bu işler konuşarak, elele verilerek aşılır...

Tarihinin en sancılı dönemini geçiren Fenerbahçe'de bütünlük sağlanacağı yerde iç çatışmalar eksik olmuyor. Kör gözler sürekli iş başında...

Bırakılsın bu politika... En büyük görev şu an bu işten güzel paralar kazanan futbolculara düşüyor. Gençlerbirliği maçı inanılmaz bir futbol resitaliydi. Herkes alnından öpülmeli... Bunun yarısı sezon sonuna kadar oynansın, şampiyonluk rahat gelir. Son süreçe girdiğimiz dönemde bu performansın yakalanması inanılmaz umut verici.

Fenerbahçe şampiyon olsun, sıkıntılar örtülür. Ve yakın gelecekte atılacak olumlu atımlar bu kaos sezonunun mazide kalmasını sağlar...

Bu adımlar ne mi olur? Zaman içinde hepsini konuşarak buluruz...

17 Şubat 2012 Cuma

Teşekkürler

Yılllar sonra nacizane Cumhuriyet çatısı altından bir şeyler karalamaya çalıştım. Çevremde bir hareketlenme bekliyordum ama açıkcası bu beklentimin de üzerinde oldu. Olumlu olumsuz eleştirileriyle birlikte iyi dileklerini ileten çok sayıda kişi gördim. Hepsine elimden geldiğince yanıt vermeye çalıştım. Unuttuğum veya göremediğim olduysa özür dilerim...

Bana tekrardan kapılarını aralayan Cumhuriyet ailesine duyduğum sevginin de boş olmadığını bir kez daha gördüm. Sanırım o ailenin bir parçasıyım ve de bundan ötürü çok mutluyum. Nereye kadar sürer bilemem ama şartlar ne olursa olsun ben Cumhuriyet vatandaşı olarak kalacağım ne mutlu ki...

Olumlu olumsuz eleştiriler demiştim... Düzey bozulmadıkça hepsine yetişmeye çalışıyorum. Ama bir de garip lisanlarıyla ortada dolaşan arkadaşlar var. Benim Cumhuriyet'te olmamı o garip lisanlarıyla eleştiriyorlar. Hatta Fenerbahçeliliğime bile laf atanlar oluyor...

Dostlar... 30 yıla yakın benle mi yaşadınız da Fenerbahçeliliğime laf edebiliyorsunuz? Neler yaşadığımı, neler yaptığımı ne kadar biliyorsunuz? Beni ne kadar tanıyorsunuz? Ne kadar Fenerbahçe'nin içinde yer aldınız? Ve de ne kadar benimle medeni şartlarda Fenerbahçe'yi konuşabilirsiniz?

Gelelim Cumhuriyet'e... En zor şartlarında bile Cumhuriyet gazetesi için emek verdiniz mi? Oradaki insanlar beni nasıl tanır ki siz bana bir şeyler söyleyebiliyorsunuz? Yine aynı şey: Beni ne kadar tanıyorsunuz? Ve de herşeyden öte: Fikirlere, tartışmaya karşı biri gibi davranıp kendinizi nasıl Cumhuriyet gazetesi içinden görebiliyorsunuz?

Fenerbahçelilik ve Cumhuriyet okuru olmak 1 ortak özellik taşır: Demokratik olmak...

Ne kadar demokratiksiniz?

Tekrardan hepinize kucak dolusu teşekkürler...
http://www.cumhuriyetspor.com.tr/yeniden-deniz-derinsu.html

Yorumlarınızı bekliyorum ...

5 Şubat 2012 Pazar

Geçmişin Bitmeyen Keyifleri


Gelenektir her yerde, her kötü hava sürecinin ardından hava hafta sonu düzelirse herkes kendini sokağa atar. Çok da normal. İstanbul'da da böyle olur. Ancak kötü taraf kitlenen trafiktir her defasında. Hava almaya çıkanların zamanın bir kısmını araçlarında geçirdikten sonra eve de ceplerinde psikolojik bir yorgunlukla dönerler.

Kadıköy'ün göbeğinde, Moda'da oturunca ailecek hafta sonu tercihimizi Moda - Kadıköy - Kızıltoprak hattı içinde geçirdik. Arabayı çıkarmayınca açıkcası hiç de yorulmadık!

Neler yedik falan yazmıyacağım. Bunları 'düşüncesizce' çeşitli ortamlarda yazanlara da tilt oluyorum. Alabilen var, yiyebilen var... Alamayan, yiyemeyen de var... Hayatında ilk kez bir şey yer – içermişcesine sergilemenin anlamını çözemiyorum... Çözen de anlatırsa sevinirim :)

Cumartesi Bahariye'de turladık. Tıklım tıklımdı ve hoştu görüntü. Örneğin eski Süreyya Sineması, şimdinin Opera Salonu'nun hemen yanıbaşında sokak tiyatrosu oynayan bir grup Avrupa sokaklarını anımsattı. Asıl sevindiren onları izlemeye çalışan grubun kalabalıklığıydı. Pek haz duymam ama bu kez öylesine dükkanlara girip çıktık. Özellikle kitapçıları, müzik raflarını dolaşırken gözüme bir nokta takıldı. Kitap raflarının önlerinde İstanbul'la, semtleriyle ilgili tarihi seçmeler vardı. Sonra müzik standlarına baktım. 45'lik, 90'lık adı altında bir grup Cd'ler satılıyordu. Şarkılar nostaljikti. Nil Burak, Erol Evgin, Seyyal Taner derken müşterilere de çalınan parçalarda da tercih bu yöndeydi.

Sanki bize bugün bile 'geçmişimizi' pazarlıyorlar gibi geldi. Yaşımın da ilerlediğini ister istemez hissettim!

Aklıma hafta içi geldi. Barış Manço'nun ölüm yıldönümüydü bildiğiniz üzere. Hep bu dönemlerde Barış Manço'nun evine ziyaretçiler olur. Ve yine bu dönem geceleri sokakta yürürken onun şarkılarını Moda sokaklarında mırıldayanlar duyulur. Hafta içinde de onları duydum evden. Çok da hoşuma gitti...

Oradan Kadıköy çarşısına daldık. Bana göre dünyanın, çok iddialı oldu ama ısrarcıyım, dünyanın en renkli, en keyifli yeridir Kadıköy çarşısı... Dükkanları, cafeleri, yemek yerleri derken kendinizi kaybedersiniz eğer biraz da olsa o ortamlardan hoşlanıyorsunuz. Çarşıda zaman zaman bazı mekanlar kapanıp yerlerine yenisi açılır. Ama 'müdavim' olarak adlandırabileceğimiz insanlar, gerçek Kadıköylüler bildikleri yerlerden şaşmazlar. Bunu bir kez daha gördüm. Yılların yerleri yeni açılmış gibi doluydu. Oradakilerin yüzünde 'Biz pek fazla yer bilmeyiz' yazar gibiydi... Çorabını bile 30 yıldır aynı yerden alan insanlar biliyorum. Onların yaşarkenki tek korkusu Kadıköy'den uzak kalmaktır...

Bugün de Fenerbahçe – Beşiktaş maçına giderken yine yayaydım. 20-25 yıl önce izlediğim güzergahdan gittim. Çok keyifliydi. Belki de 30 yıl önce varolan bakkalların, lokantaların, cafelerin önünde taraftarın maç hazırlığı vardı. Bir maç gününün keyfini doya sıya yaşıyorlardı. Sohbetlerden akıl almayacak fikirlerin, düşüncelerin, esprilerin çıktığı kulağıma yansıyıp durdu. Tam bir mahalle havası yaşanıyordu aralarda... Bana çocukluğumdan beri Kadıköy'ü, Fenerbahçe'yi sevdiren, aşık ettiren hava. Koşulsuz, beklentisiz, çıkarsız bu havayı yaşayan insanların keyfini sanırım kimse bozamaz. Maç sonu eve yürürken Fenerbahçe'nin galibiyeti o sokaklara doping etkisi yapmıştı. Keyifler her yerde dalga dalgaydı. Tıpkı geçmişteki gibi...

Şöyle bir düşünüyorum da... Eskiden herşey ne kadar yalın ve o yalınlık doğrultusunda güzel ve keyifliymiş. Kimsenin kimseyi yargılamadığı ortamlarda sevgiler yaşanıyordu ve biz sanırım her geçen gün, geride kalan güne daha da özlem duyuyoruz...

2 satır da maç için yazayım, siz deyin gevezelikten, ben diyeyim alışkanlıktan...

Beşiktaş'ın kadrosuna bakıldığında Fenerbahçe çok doğal bir galibiyet aldı. Yadırgadığım, bu dağılmış Beşiktaş karşısında 2. yarıda bir süre 'mahkum' oynamak oldu. Başlama hızı ve etkisi, 90 dakika olmasa bile daha fazla sürmeliydi. 2-0 çok erken yakalansaydı problem yoktu da zaman zaman endişeli dakikalar kendini gösterdi. Golünü bir kenara koyalım, Yobo bana göre bu sezon Alex'ten sonra takımın en önemli ismi. Çok usta ve çok profesyonel. Dilerim 2-3 yıl veya kendi istediği sürece kalır. Bana yıllar sonra Uche'yi anımsatan isim oldu. Sow golle başlamanın büyük dopingini yaşadı. Ona iyi veya kötü diye yorum yapanlara gülüyorum. Bir süre beklemek şart. Kendisi de dilerim gol moralli başlamanın avantajını sürdürür.

Fenerbahçe çok önemli bir galibiyet aldı. Dilerim play-off'lara kadar Sow'un takıma tam adaptasyonu gerçekleşir. O zaman da ciddi bir artı sağlanır...

3 Şubat 2012 Cuma

Cüce Şubat

Yılın en kısa ayı şubat, bu kez futbolda belki de ilk ve son kez bu kadar 2 önemli olaya sahne olacak. 14 Şubat şike davasının duruşmalarının başlama tarihi. Aysonunda ise TFF yeni başkanına kavuşacak...

14 Şubat'la başlayalım. Tarih olarak kuşkusuz çok önemli bir gün olacak fıtbol için ama ilk günlerde çok da fazla bir şey beklememek gerek. 100'e yakın tutuklu-tutuksuz sanık ve 100'ü aşkın tanık. Kimlik tespitleri, dosyalar, dilekçeler derken ilk duruşma döneminin sonuç ve yankı açısından düş kırıklığı yaratma ihtimali daha yüksek.

Bir grup var ki futbol ve takım sevgilerini duydukları kişisel hayranlıklara taşıyorlar. Bu durumda kimi zaman da içinde bulundukları camia bu tablodan olumsuz etkileniyor. Davada adı geçen 8 takımda da aynı kaos gözleniyor. Oysa taraftar eğer kulübün taraftarı ise (ki böyle olmalı) önceliği renklerine, kulübüne vermeli.

Ben, bu satırları okuyan sizler... Bizler varolmadan önce de Fenerbahçe vardı ve büyüktü. Biz öleceğiz ve Fenerbahçe yine büyüklüğünü devam ettirecek. Elbette nankör olmamak lazım, bu kulübe maddi – manevi hizmet eden herkese her zaman sahip çıkılmalı ama bu nedense böyle olmuyor.

Şöyle bir düşünün... Ali Şen, Şadan Kalkavan, Sadettin Saran, Hakan Bilal Kutlualp, Atilla Kıyat gibi yöneticiler için bu tribünler zamanında haykırmadı mı? Ziya Şengül, Mehmet Ali Aydınlar, Tahir Kıran gibi isimler için geçmişte hizmetlerinden ötürü teşekkür edilmedi mi?

Okuyanlardan bir kısmın şu an bana nefretini kustuğunu tahmin ediyorum! Lütfen burada bu yazıyı terkedin ve daha da tartışmayalım. Zira medeniyet olmadan bu tepki bana kıt-zeka bir yaklaşımın sonucu olarak geliyor...

Devam edelim...

Bu isimler hiç mi Fenerbahçe'nin yıllar içinde büyümesine etken olmadı? Maddi – manevi hiç mi katkıları olmadı? Elbette hepsinin yanlışları olmuştur... Benim gibi, sizler gibi... Ancak bu bu şekilde hain ilan edilmelerine neden midir?

Şöyle bir tartın: Bu isimler neden hep aynı isimle ters düşmüşlerdir? Ve neden hepsi birden 'hain' ilan edilmişlerdir. Aralarında Fenerbahçe için yüzbinlerce dolar harcayanlar var... İşini gücünü, ailelerini aylarca bırakanlar var. Bu tablo kime bu insanlara sövme hakkını verir? Ben de dahil bir kesimin 'Doğum Günü 3 Temmuz' olarak nitelendirdiği taraftar kitlesi bu isimlere 'hain' damgasını vurma hakkını nereden buluyorlar? Şuna da dikkat edin: Bu isimlerin büyük çoğunluğu 3 Temmuz öncesi mevcut yönetimi eleştiriyorlardı. Bir başka deyişle eleştirilerini her dönem ortaya koyuyorlardı.

Ama doğru ya: Fenerbahçe'yi eleştirmek hainliktir! İhraç gerektirir, dışlanmak gerektirir! Mühür kimdeyse ve o kimi 'hain' ilan ettiyse, o Fenerbahçe düşmanıdır. Artık Fenerbahçeli değildir. Ona küfretmek lazım, dışlamak lazım....

Geçin bunları beyler... Kimsenin Fenerbahçeliliğini tartışmayın! En azından tartışacağınız birileri varsa önce onla konuşun. Onu bir tanıyın. Kararınızı sonra verin...

Fenerbahçelilik yürekten sökülmez...

Bugün bir bayrak altında yaşıyoruz. Birçok parti var. Seçimler oluyor. İktidarlar oluyor, muhalefetler oluyor. Ama sonuçta bir şekilde o bayrak altında yaşamayı sürdürüyoruz.

Fenerbahçe'yi Cumhuriyet olarak tanımlayıp o şekilde yaşıyorsak bu hoşgörüyü de göstermeliyiz. Fenerbahçe bölündükçe rakiplerin 'kıs kıs' güldüğünü de gözardı etmemek gerek...

Bugün mührün gücünü yaşarken asıp kesenler acaba aynı şekilde bir gün asılıp kesileceklerinin hesabını, geçmişteki örneklerde görüp hiç mi yapmazlar?

Kuvvetlinin herkese el uzatması kuvvetinin dağılmasına değil, artmasına sebep olur...


Gelelim federasyona...

Bana göre futbolda gelmiş geçmiş en şanssız başkan Mehmet Ali Aydınlar olmuştur.

Bir kere Aydınlar'ın Fenerbahçe düşmanı olduğuna beni kimse inandıramaz. Veya düşmanı haline geldiğine... Voleybol gibi gözardı kalan bir dalda Fenerbahçe'yi şahsi gayretleriyle dünya markası haline getirirken 3-5 ay içinde düşman haline gelmesi mümkün değil bana göre...

Sayın Aydınlar bana göre kötü bir yöneticilik yaşadı. Yanlış bir ekiple yola çıktı. Ve yaşamının en büyük talihsizliğini iyi yönetemedi.

Belki de çoktan ayrılmalıydı. Geç kaldı ve en ayrılmaması gerektiği anda bırakarak hata zincirine bir halka daha ekledi...

Bir şeyine dikkat ettim. Çok suçlandı. Zaman zaman bunlara cevap verdi. Ancak sadece cevap verdi. Üstü kapalı bazı kişilere mesaj yollarken kimseyi kamuoyunda hedef haline getirmeme gayreti vardı. Daha açık konuşursa ortalığın daha karışacağı kanısındayım. Çok hataları oldu ama tek hatalının o değil bu yaşananlarda...

Son dönem ortaya çıkan 'gizlenen belge' ve 'şike davası savcısı hakkında soruşturma talepleri', ateş hattında bulunan 8 takıma nefes aldırdı. Ama bu durum tapelerle ortaya çıkan tartışmanın, şike iddialarının 8 takım için bittiği anlamına gelmez.

Mehmet Ali Aydınlar bir süre dinlenecektir kuşkusuz. Bu seçime yeni bir yönetimle tekrar girme ihtimali konuşuluyor, büyük skandal olur. Ancak... İstediğiniz kadar kızın ama Aydınlar ismi gelecekte yine Fenerbahçe için önemli bir isim olacaktır... Çünkü futbolun dünyası böyledir ve örneği çoktur...

Seçim sürecinin ilk en ciddi adayı Şenes Erzik olarak sahne aldı. Çok tecrübeli bir isim. Ama nedense bende hiçbir zaman kendisini çok fazla sıkıntıya sokmadığı havası yaratmıştır. Ve yeni başkanı bekleyen süreç malum... Bu nedenle aday olacağı kanısında değilim.

Bu arada bir gazeteci olarak... Adayların 'Adayım' veya' Aday olmam' açıklamalarını asla ciddiye almam. Bunun altını çizeyim. 27 Şubat'a kadar köprü altından çok su akar... Benim şu an yazdıklarım gözlem ve düşüncelerimden ibaret...

İbrahim Hacıosmanoğlu ilk resmi aday oldu. Tepki olarak bu kararı aldığını ve biraz erken davrandığını düşünüyorum.

Ali Şen gündemde. Sayın Şen bir süredir kendini emekliye ayırmış gibi. Tekrar futbolun içine gireceğini sanmıyorum. Ayrıca zaman zaman futbolun nankörlüğünden de yakındığını düşünürsek, kendisini düşünenlere teşekkürle bu defteri açmadan kapatır...

Mehmet Atalay... En azından geçen seçim gündeme gelerek bu işi düşündüğünü gösterdi. Futbol dünyasında çok sevilen bir isim. Yeni bir soluk olabilir...

Ve Haluk Ulusoy... Hükümet engelli bir görüntü içinde. Son açıklamasını algılayamadım. 'Beni isterlerse gelirim' dedi. O göreve kimse yerleştirilmemeli. Yerleştirilenlerin sonu malum. Bu nedenle Haluk Ulusoy bu işi düşünüyorsa mücadelesini de vermeli. Seçilirse başarılı olur mu? Kişilerin geçmişine baktığımızda en parlak tablo kendisinde... Bunu tartışmak yersiz.

Hatta bir Fenerbahçeli olarak en çok şampiyonluğu sanırım onun döneminde yaşadık, değil mi? :)

Federasyon için daha çok gelişmeler yaşanır... Hem de tahmin edemeyeceğimiz kadar...

Bana göre asıl mesele malum 8 takımı şike davasından, TFF çekişmelerinden uzak tutmak öncelikli görev olmalı.

Ve kimse de bu camiaları kendisine 'dümen' tutmamalı...

27 Ocak 2012 Cuma

Kış ve Biz...

Kış ve kar kendine özgü güzellikler içeren bir dönem. Kar yağdı mı birçok insanın içine bir keyif gelir. Yürüşler başlar, programlar ona göre düzenlenir. Ama ben kar yağışının olduğu kış günlerini ülkeme ve de özellikle İstanbul'a yakıştıramıyorum...

Bir düşünün yaşadığınız yer ne kadar kış şartlarını kaldırabiliyor... En önemlisi bu soğuklarda kimsesizlere, sokaktakilere ne kadar sahip çıkabiliyoruz...

Havalar soğudu mu hemen kimsesizler, sokakta donma teklikesi geçirenler için telefon numaraları açıklanır... Aşevleri harekete geçer. Elbette bunlar çok güzel şeyler... Ama her defasında bu tabloya ihtiyacı olan bir ülkeye kar-kış ne kadar yakışır acaba?

Doğuya gittikçe tablonun daha da vahimleştiğini düşünürsek şu günlerin çabuk geçmesini diliyorum...

Elbette şartları uygun olanlar için bugünlerin de keyfi var ama...

Bir de şu günlerin yaşam şartlarına ne kadar uyuyoruz, bunu da düşünmek lazım... Bugün arabasız çıktım dışarı. Taksi de kullanmaksızın ordan oraya gittim. Çok da zorlanmadım açıkcası. Gün içiydi. Kadıköy Evlendirme Dairesi etrafı, Bağdat caddesi, Moda'ya çıkış yolları derken tıkanan yolları gördüğümde 'Akşam iş çıkışında herkes yandı' diye düşündüm. Bir de içinde tek kişinin olduğu arabalar... Yani çoğunluk oluşturan tek kişili arabalar...

Sanki biz millet olarak bu trafik eziyetini de biraz hakediyoruz!

Bu soğuk günlerde sanırım çoğunluğumuz evlere kapanacağız. Evin keyfini sürerken dışarıdakilere bir el uzatabilenlerimizin o ellerini esirgemeyeceğinden eminim... Hiç olmazsa bir dua bile bazen insanlara yetebilir..

Dilerim keyifli bir hafta sonu geçirirsiniz... Bizden olanlar için de 'güzel maçlar' dilerim :)

Maçlar derken... TFF kongresi sanırım herşeye yeni bir boyut getirdi gibi... Kararsız kaldım bu konuda bir şeyler deyip dememe konusunda... Belki ilerleyen saatlerde ;)





25 Ocak 2012 Çarşamba

Sabır....

Türk futbolunda kaos süredursun, ilgili – ilgisiz büyük çoğunluğun tutarsız duruşları aynı şekilde sürüp gidiyor. Kime sorsanız dediğinde haklı. Bu normal. Ama diyorsunuz ki, 'Bundan şu kadar süre önce böyle demiyordunuz' Gelen cevap komik: 'Şartlar ne gerektiriyorsa öyle davranıyoruz'!!!

Etmeyin, kanmayın, böyle de olmayın....

En azından fikriniz değişse bile özür dilemeyi bilmek gerekir. 'Yanlış düşünmüşüm' diyen de büyür...

3 Temmuz'dan bu yana daha 'Özür dilerim, bir hata ettim' diyen yok. Aynı şekilde 'Üzgünüm, benim camiam da sıkıntılı. Yapacak bir şey yok' diyen de yok...

Bu arada... 'Sen Fenerbahçe düşmanısın' şeklinde kıt-zeka yaklaşımda bulunacak olan varsa şimdiden okumaktan vazgeçsin... Ben kimsenin düşmanı falan değilim, hele Fenerbahçe'nin asla. Benim için önce aslolan Fenerbahçe'dir...

Devam edelim...

Kaosa hergün yeni bir halka ekleniyor. Nedenlerini düşündüğümde acaba 'Herkes kendini haklı görmekte ve kendini kurtarma derdinde' diyorum ve bunun da ciddi sebeplerden biri olduğunu düşünüyorum...

Bakıyorum Fenerbahçe'ye... Fenerbahçe'yi eleştirmek bir yana yorumlayanın bile hain olduğu bir ortam çıktı ortaya. Bu memlekette, bu bayrağın altında yaşıyoruz. Çok ciddi bir suçlama ile karşı karşıyayız. Doğru mu yanlış mı bilemiyorum. Sayfalarca tape okudum, tarihleri, olayları yanyana koydum. Her takım açısından objektif oldum. Açıkcası kimse 'Suçsuzum' diyemez, kimse de 'Suçlu' diyemez bir ortam çıktı karşıma. Aylarca bu işin üzerinde çalışanlar ortaya bir şey koyacaklar. Ve bu bayrak altında yaşayan ve yargıya inanan insanlardan biri olarak kararı ben de bekleyeceğim ve kabul edeceğim. Etmek de zorundayım. Çünkü bu memlekette yaşıyorum...

Fenerbahçelilerin 2'ye ayrıldığı bir konu var: Puan silinirse takımı ligden çekip düşürelim. Hatta yönetimin bu konuda kongreden destek isteyeceği ihtimali konuşuyorlar...

Dostlarım... Karşıyım... Sonuna kadar da karşı olacağım. Kızın, katılmayın ama bu benim görüşüm, saygı duyun.

Gerekçeme gelince...

Başımıza bir iş geldi... Herşeyi herkesle tartışırım da parantez içinde bir konu var ki ölene kadar hazmetmeyeceğim. O da Fenerbahçe'nin yerine şu ortamda Trabzonspor'un Şampiyonlar Ligi'ne yollanması. Bunu kimseyle tartışmam bile. Bu karaı verenler bir gün ettiklerini bulacaklardır...

Ancak protesto için takımı düşürmeyi asla kabul etmem. Bir suç varsa işlenmiş, kanıtlanacak... Yapanlar sonuna kadar çeksin. Umrumda değil. Bu suç doğrultusunda puan silinecekse silinsin. Fenerbahçe olarak kaldığımız yerden devam edip bizle uğraşan herkese gereken cezayı sahada vermek bana göre en uygunu. Yönetim öyle bir takım kurmalı ki önümüzdeki yıldan itibaren herkes 'Böyle değil, bu kulübü tümden kapatmamız lazımmış' diyecek duruma getirilmeli! Bu arada en kısa sürede Avrupa'daki yerimizi de alıp o zevkli mücadelemize devam etmiş oluruz.

Puan silersek... Seneye yokluğumuzda millet cirit atarken Avrupa'ya da özlemimiz 1 yıl artmış olur. Sakın 'Biz yoksak herkes sürünür' şeklindeki zeka kıtı yorumlara girmeyin. Aksine herkes güle oynaya parasını kazanırken yokluğumuzun da saltanatını sürer.

Bir nokta daha var. Eğer ligden çekilme kararımız ekonomik veya başka açılardan rakiplere kabus olacaksa, bir adım daha öne gidelim: Futbol şubesini kapatıp onları kahredelim!!!

Böyle aptalca bir mantık olamaz...

Tarih bazı şeyleri unutmaz... Fenerbahçe'yi öyle ya da böyle bir şekilde ligden düşürecekleri de tarih unutmaz, Fenerbahçeliler unutmaz...

Yarın TFF 58. madde oylaması yapacak. Yoğun bir şubat, mart, yoğun bir yıl bekliyor...

Hiçbiri umurumda değil... Tek dileğim ne olacaksa bir an önce olması Fenerbahçe'me leke sürenlerin arındırılması ve yolumuza kaldığımız yerden devam edilmesi...

Bugün İBB'ye yenildik. Umrumda değil. Bu kaos ortamı bitmedikçe tek isteğim sürecin hızla akması. Yolumuzun açılması...

Bu takım Alex hariç psikolojik olarak bana göre bu ortamı en fazla bu kadar kaldırırdı. Şartlara göre iyi yerdeyiz. Ama çok daha iyi yerde olabilirdik. Biraz Alex'in profesyonelliği takım arkadaşlarınca örnek alınabilseydi çok farklı olabilir ama buna da şükretmek lazım... Ben fazlasıyla şükrediyorum...

Aykut hoca bu ortamda F.Bahçe için büyük şans oldu. Ortamı iyi toparladı, nabzı iyi ölçtü. Çok iyi bir insan ve çok büyük Fenerbahçeli olduğuna inananlardanım. Süper de iyi niyetli bir insan... Ancak hoca olarak her geçen gün hataları giderek artıyor. Geçen yıl Young Boys maçının ardından Alex'i harcamaya kalkmasıyla başlayan ve giderek artan bir teknik hata zinciri içinde. Son İBB maçında kimin nerede ne oynadığı anlaşılmaz bir şekilde maçı tamamladık. Ama haklı konuları da var. O kadar iyi Fenerbahçeli ki, yönetim 'Hoca idare eder' mantığıyla acaip bir kadroyla yalnız bıraktı Aykut hocayı. Ligin virajlarından birindeyiz. 2 forvet var koca Fenerbahçe'de ve onlar da problemli. Bu açıdan Aykut hoca ne dese haklı. 2 maç daha yitirsek ve ardından Sow gelse, o gelse, bu gelse... Geçti Bor'un pazarı olur...

Sonuç olarak ne mi diyorum.. Basit: Sabırlı, özeleştiriye açık ve mantıklı bir politikayla bu dönemi sürdürelim... Tahriklere kapılmadan Fenerbahçe'yi hakettiği noktalara hep beraber taşıyalım... Hele ki 'Doğum günü 3 Temmuz' olanlar var, F.Bahçeli olsun olmasın... Onlardan uzak durun...

Fenerbahçeli olmayan dostlar... Fenerbahçe bu noktaya gelmedikçe unutmayın ki sizler de bu işlerden tat almazsınız...