13 Ağustos 2014 Çarşamba

Artık örnek başkan yok...

Futbolu sevmenin yanı sıra aklımın ermeye başladığı yıllardı. Maçtan maça koşuyordum. Elbette önemli olan şampiyonluklar görmekti, ezeli rakipleri yenmekti. Ancak o ilk yıllarımda bir Beşiktaş gerçeği vardı… Herkesin aşmakta zorlandığı, çoğu zaman da aşamadığı. Beşiktaş’ın efsane dönemiydi. Zaten o yıllarda sporda nefret diye bir şey yoktu ama Beşiktaş’a  aynı zamanda kimse de kızamıyordu. Kolej takımıydı, efsane kadroydu 80’lerde, 90’larda Siyah Beyazlılar… Ve tepelerinde bir isim vardı, bir abide… Süleyman Seba…
Dönemin olanaklarıyla Seba döneminin olanaklarını karşılaştıran bu işten anlamıyor demektir. O dönem saha dışında da Beşiktaş’ı büyüten hamleleri yapıp kulübünü her yönden zenginleştiriyordu Süleyman Seba. Kıskanmamak elde değildi o zamanlar. Ama o adamı sevmemek de…
Tuhaf tontonlukta biriydi. Benim kuşağımda kim olursa olsun, Beşiktaş dışında başka bir takımı tutanlar, kendi takımları olmaması durumunda Beşiktaş’ı onun yüzünden seçmeye hazırdı. Ben dahil. Fenerbahçe olmasa ben de Beşiktaşlı olurdum rahatlıkla… Süleyman Seba döneminde büyüdüğüm için…
Onu da kaybettik… Türk futbolu bana göre yaşayan son örnek insanını kaybetti. Bundan sonra da böyle bir isim görmek çok zor olacak…
Şanssız bir insanmış Süleyman Seba ki yaşamının son yıllarında futbolumuzun içine düştüğü iğrenç durumu gördü. Kendisi bir yönetici profili çizmişken bir de son yılların yönetici profilini izledi. Kahrolmuştur… Efendiliğinden susmuştur…
Şimdi cenazesi tıklım tıklım olacaktır…
Hani şöyle bir düzenek olsa… Futbol dünyasından haketmeyenleri saptayıp cenazeye almayacak bir düzenek… Sizce kaç kişi girebilirdi cenazesine?
Kaç kişi acaba onu anlayarak futbol dünyasında yer aldı?
Kaç kişi ne kadar hizmet ederse etsin, rahmetli olduğunda Süleymen Seba gibi, arkasından ülkenin tümünün ağlayacağına inanır?
Kaç kişi Seba’dan bir nebze insanlık, efendilik ve idarecilik, bir de dostluk örnekleri almayı düşünüyor şu an?
Kusura bakmasın Süleyman Seba… Sanırım 14 yıl Türkiye’nin en önde kulüplerinden birinde örnek başkanlık yaptı ama kimseye örnek olmayı başaramadı. Çünkü sonrasında insanların hedefi şaştı, hırsı şaştı… ‘İkincilik de neymiş’ derken maddi çıkarlar ön planda yer almaya başladı. ‘Benim kulübümü sevmeyen ölsün’ diyenler oldu sporumuzda. Hırsı uğruna kulübünü kaosa sürükleyenler… Neler neler oldu yıllardır.
Ama bir Süleyman Seba çıkmadı… Artık çıkmaz da…
Beşiktaşlılar da düşünsün. Zamanında Beşiktaş tesisleşmede öncüydü, hem de o dönem şartlarında. Bıraktı. Sonra Beşiktaş hem sahada, hem de dışında hep geri plana düştü… Kimse kusura bakmasın… Seba son derece onurlu bir şekilde gittikten sonra Beşiktaş bir daha o Beşiktaş’ın yanına bile yaklaşamadı…
Seba gitsin bile dendi… Gitti… Ama Ahmet’ler Mehmet’ler hiçbir işe yaramadı sonrasında…
Gidişi de örnekti… Kendince kulübüne zarar verdiği anda gitmeyi de bildi… Ve öncelikle bu nedenden ötürü hep ‘Büyük Başkan’ kaldı, öyle de kalacak…
Gerçekten… Onun yüzüne bakmaktan utanacaklar… Cuma şöyle bir etrafınıza bakın… Gün geldiğinde onların da yüzüne bakmaktan utanmamak için… Süleyman Seba’yı bir kez daha içinizde tartın…
Sporumuz artık örnek insansız kaldı… Böyle de yaşamayı öğrenmeliyiz…

Başımız sağolsun…

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Etti 3 yıl...

5 Ağustos 2011’di… 19 yılı aşkın emek verdiğim mesleğimin, gazeteciliğimin en kara günü… 9 yılı aşkın çatısı altında çalıştığım Sabah gazetesi ile o gün yollarım ayrılmıştı. 20 günü aşkın bir kabus sonrası binadan çıkarken içimde en azından o kaostan kurtuluyor olmanın rahatlığı vardı. Ama bir yandan da nereye savrulduğumun bilinciyle hissettiğim o tarifi zor sızı…
Alnımın akıyla yaptığım işim, ekmeğim, bir kişinin buyruğuyla elimden alınmıştı. Hatam olsa neyse de bir hiç uğruna tüm düzenim, hayatım allak bullak edilmişti.
O günler etrafım çok kalabalıktı… ‘Yanındayız, sana iş yok mu, senin gibi birine bu yapılmamalıydı’ tarzında her türlü destek dile getiriliyordu…
Tam 3 yılı tamamladım… Anlatmakla bitiremeyeceğim ve değil yaşamak, asla hatırlamak istemeyeceğim 3 koca yıl…
Varmış yazgıda, yaşıyorum…
Fenerbahçe muhabirliği yapıyordum. Sevenim, sevmeyenim vardı. Yüzüme karşı olmasa da arkamdan konuşanın da çok olduğunu biliyordum. Açıkcası zaman zaman ayırmakta zorlanıyordum. Gazetecilik öyledir. Çok pohpohlanırsınız. Biraz iyi niyetliyseniz, yüksekten uçmak o kadar kolaydır ki… Mutlaka benim de uçtuğum dönemler olmuştur ama açıkcası ayaklarımı hep sağlam basmaya çalışırken dost edinmekti ilkem…
Şimdi bakıyorum etrafıma… Kalmış dostlarımla mutluyum. Burada tek tek isim vermek doğru olmaz. 1-2 ismi unuturum. Bu da beni çok üzer…
Hakkımda öyle ya da böyle zamanında konuşan herkes bugün durum değerlendirmesi yapsın. Kalben rahat olanlar zaten yanımda.
Çok garip şeyler yaşadım bu süreçte. Müdürler, patronlar vardı çalıştığım dönemde, ‘Deniz çok iyi muhabir’ derlerdi. Nedense sonra onların mesleklerinde açıkta kalmış birilerine karşın en ufak bir çabalarını görmedim. Açık konuşmak gerekirse… Değiştirmediğim, inandığım bir habercilik tarzım vardı. Beni de pek yanıltmadı bu tarzım. Ama Fenerbahçe’de birilerinin işine gelmediğinden hep yıpratılmaya çalışıldım. Sağolsun, çalıştığım 4 müdürüm bana inandıkları ve haklı olduğumu bildikleri için hep bana sahip çıktılar. Ama işsizlik sürecimde bana el uzatan kimse şimdilik çıkmadı. Çünkü benle çalışmak demek bazılarını karşılarına almalarını gerektirirdi ki buna ne gerek vardı! O zaman bana niye zamanında uzaktan iltifatlarda bulundular, asla çözemedim. ‘Yalancıdır Deniz’ deselerdi keşke…
Geçtiğimiz günlerde yine bloğumda ‘Duruş’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Ben de gazetecilik sürecimde mesleğimle ilgili duruşumu hiç bozmadım. Oysa o kadar çift karakterli insanlar gördüm ki… Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ı yanımda eleştiren onca kişi an geldi hep Yıldırım’ın yanında yer aldı. Hatta şu an bile Aziz Yıldırım’ın yanında yer alan o kadar insan biliyorum ki Yıldırım’ın ‘Fenerbahçe düşmanı’ diye nitelendirdikleri muhalefet isimlerin yanında gizli gizli çaya çorbaya gitti. Hala da gidiyorlar. Öyle bir sahte dünya karşısında ben duruşumu bozmadım, inandığım yerlerde yer aldım…
Faal gazeteci iken şike haberlerinden spor muhabiri olarak uzak durdum. Hukuk, polis muhabirliği bana uzak olduğundan. Takipte kaldım. Bir tek şeyi savundum: Bu işte kimin adı geçiyorsa, camiasını, futbolu kaosa sürüklememek adına bir süre sahalardan çekilmeliydi. Nasıl olsa dönüş yolu açıktı. Şu an konum değil ama şu an bakıyorum da şike muhabbeti hala bir açıklığa kavuşamadı. Futbol dünyası ise kaos ve birbirinden nefret insanlarla doldu taştı… Neyse…
Muhabirliğim süresince belli kesimler tarafından hep birilerinin maşası olduğum nedeniyle uyarıldım, nasihatlarla veya tehditlerle karşılaştım. Kullanıldığım söyleniyordu. Şimdi bakıyorum da o maşası olduğum iddia edilen kişiler 3 yıldır yanımda. Diğerleri farklı güçlerin peşinde. Hele o sanal ortam tosunları… ‘Kullanılıyorsun, yüzüne bakmazlar’ görüşü altında neler yazdılar, çizdiler… Güldüm geçtim. Tosunlar da bilsinler ki onlar dostumdu ve hala dostlarım. Daha bana ne kadar katlanırlar bilemiyorum ama hayattan bezdiğim anlarda bile onların verdikleri moralle yaşam mücadelemi sürdürüyorum…
Çalışırken de ayrıldığımda da yaşamımda dostlarım vardı. Gerek meslekten, gerekse farklı yerlerden. Yanımda kendilerini hissettirenlere gönül borcum daimidir. Düş kırıklıklarım da baki! J
 Cumhuriyet gazetesine genç yaşımda ciddi emek verdim. Kurum olarak şu süreçte beni düş kırıklığına uğrattı. Açıkcası buna çok üzüldüm. Ama kardeş dediklerim yanıltmadı ki bu büyük mutluluk oldu.
Yine bloğumda ‘Niye gazeteciliğe devam etmiyorum’ diye bir yazı yazdım. Arayanlar, duyduklarım bana gösterdi ki Sabah gazetesinde de ciddi dostlarım olmuş.
Ayrılma nedenimi tekrar etmeme gerek yok. Onla da ilgili diyeceğimi yine bloğumda yazmıştım. İpimi çeken Serhat Albayrak’ı bu 3 yılın büyük çoğunluğunda andım. Haklı bir yönü olabilir mi diye tarttım ettim… Bulamadım… Ah’ım hep üzerinde olacak. Başkalarının ki de… Bu konuda tek olmadığımı biliyorum. Benle beraber ona hakkını helal etmeyecek çok gazeteci, insan var. Bir yönetici olarak amacı nedir, ulaştı mı ulaşamadı mı bilemem… Ama bir patron olarak görüntü bence ortada…
Bu 3 yıllık süreçte çok arkadaşım işsizliğe itildi. Bir de aramızdan ayrılanlar oldu. Son olarak Erkan… Daha Süleyman’ı unutmadan… Gazetecilik kan kaybederken belki de şanssızlığım meslek adına hiç olumlu bir şey yaşanmadı… Yeni bir gazete, yeni bir kan olmadı… Aksine kapanan kapanana… Kendi branşıma gelince… Fenerbahçe’nin 15 yıllık yönetimi hedefine yaklaşmaya başladı, kendi cephesinde medya gücünü arttırdı. Düzenin adamı olanlar çoğunluğa geçti.
Sabah’a geçtiğimde ciddi bir haber yarışı yaşardık aramızda. Kimse kusura bakmasın, özel haber belki de yüzde 80 azaldı. Bu tablo geniş anlamda tüm medyaya da yansıdı kanımca…
Bu durumda sanırım fazla da gazeteciye gerek yok artık!
İyi veya kötü adamımdır, huylu veya huysuzumdur bilemem… Tek bildiğim… Alnımın ak olduğu ve inandığım doğrultuda zamanında iyi habercilik yaptığım…
Durum böyleyken ben ve benim gibilerin meslek dışı kalması beni çok şaşırtmıyor…
Çok sevdiğim arkadaşlarım hala yollarına devam edebiliyor. Gaz- pedal dengeli gidiyorlar artık… Dilerim hepsi sonuna kadar gider, ekmeklerinden olmazlar…

Bu bir gazetecinin en kara gününün 3. yılında yazdığı bir iç dökme yazısı oldu… İyi ki eşim, ailem ve dostlarım var… Ve bu süreçte en büyük ilaçım olan kızım…

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Erkan...

Cumhuriyet gazetesinin çekirdek spor servisinden dönemin güçlü Sabah gazetesine gelmiştim. 2000’li yılların başlarıydı… Gerçekten dev bir kadroya dahil olmuştum. Heyecanlıydım. Sima olarak tanıdıklarımın yanı sıra tanımadığım emekçiler de vardı…
İlk günlerden birinde ‘Baba hoş geldin’ dedi Erkan Koyuncu… ‘Baba’ kelimesi sanırım onun klasiğiydi… Zamanla daha yakından tanıdım…
Vefatı sonrası bazılarının dediği gibi gerçekten ‘hamal’ bir foto muhabiriydi. En zor, sıkıcı görevleri ona çaktıklarında, ‘Napalım baba’ der, gitmemezlik de etmezdi…
Milli takım deplasmanlarımız oldu… Beraber kamplarda kaldık. Bir gün bile kafasına göre kaybolmazdı. ‘Tamam mı baba, iş bitti mi artık, çekilecek bir şey olur mu’ diye sorardı. Yok cevabını almadan o makinesini elinden düşürmezdi. Sonra keyfine bakardı.
Keyfine bakarken yanındakileri de rahatsız etmekten hep endişe duyardı. Baktı ki rahat edemiyor, kaybolur giderdi. Bazen aramıza zorla alırdık.
Küs olduğu bir kişi bilmem Erkan Koyuncu’nun. İstediğimiz kadar takılırdık, kızmazdı. Ama ustaca bir seviyeyi de koyardı, böylece kendisiyle yüz-göz olunmasının önüne geçerdi…
Genelde giydiği gömleklerinin sol üst cebi her zaman dikkatimi çekmiştir… O küçüçük cebe parasını, sigarasını, bazen oynadığı altılı kuponlarını, notlarını, kalemlerini, akla gelebilecek her türlü cep malzemesini sığdırırdı… Bir deplasmanda dayanamadım, ‘Ya Erkan şunları çantana koysana’ dedim… Malum sakinliğiyle ‘Böyle de sığıyorlar, niye ki’ dedi… Cevap bulamadım…
Kayseri onun için özeldi… Hanımının memleketi… Beraber gitmişliklerimizde ‘Gel baba, evde bir mantı yedireyim sana’ derdi.. O kadar üzerine titrerdi ki misafirinin, rahatsız olmamak elde değildi…
Dosttu, iyi kalpliydi, iyi insandı Erkan Koyuncu…
Daha Süleyman Gültekin’in yokluğuna alışamamıştık ki…
Artık Erkan da yok…
7 Nisanda Süleyman… 2 Ağustos’da Erkan…
Beraberce Sabah Spor Servisi’nde gerçek anlamda mesleğin emekçiliğini yaşadığım insanlar…
Kelimeler anlamsız… Bu kadar ucuz olmamalı ayrılıklar…
O dev spor servisi şimdilerde ayrı bir kimlik ve kadroyla yayıncılığını sürdürüyor. Çok ayrılan ve gönderilen oldu… Ama Süleyman gibi, Erkan gibi ayrılıklar kahrediyor…
İstanbul dışında olduğumdan uzaktan takip ettim Erkan’ımızın yaşadıklarını, aramızdan vedasını…
Bazı iddiaları da…
O tür kapıların konsolosluk veya benzeri yerlerde olduğu iddia ediliyor, güvenlik nedeniyle… Doğruysa… Galatasaray veya benzeri kulüpler… Kimi kimden koruyorlar? Milyonluk kapıları kullanmak da bir eğitim gerektirir… Adı ‘özel güvenlik’ olmasına karşın 1000-1500 lira maaşla çalıştırılan bu kişilere acaba o kapıları acil durumda nasıl idare edecekleri hiç öğretildi mi?
Yine bir iddia… Kahredici kaza sonrası Erkan’ın yakınlardaki özel hastaneler yerinedaha uzaktaki bir devlet hastanesine taşındığı söyleniyor… Keşke özel hastanaye götürülüp Erkan kurtarılabilseydi de… De’si şu… Bugün kaç gazetecinin özel sağlık sigortası var? Eğer Erkan özel bir hastanede hayatta kalabilseydi… Çıkan fatura ne olacaktı?
‘Elbet birileri öderdi’… Evet öderdi de… Niye risk altındaki meslek grubunda gösterilen gazetecilerin, muhabirlerin özel sigortası zorunluluğu olmaz? Bunu anlatabilir misiniz?
Süleyman’ı yitirdikten sonra kimler acaba ailesine bir el uzattı, bir hatır sordu… Yakın arkadaşları dışında… Erkan’ın ailesi ne olacak bundan sonra?
Sabah Gazetesi’nde çalıştığım bir dönem komuta TMSF’deydi… Hepimizi özel sağlık sigortası altına aldılar. Sevinmiştik… Büyük güvenceydi… Sonra Çalık Grubu geldi… Hakkımı helal etmeyeceğimi yinelemekten bıkmayacağım Serhat Albayrak da yönetimde. Kısa sürede sağlık sigortaları iptal oldu… Çalışana bakış açılarını ortaya koymuşlardı…
O açıların farklı boyutları da zamanla hep ortaya çıktı zaten… Sonuçta gazeteciler değersizleşti maalesef…
Süleyman, Erkan… Bu kardeşlerimizin acısı ailelerinin ve gerçek anlamdaki cefakar meslek arkadaşlarının içini burkuyor… Kimse kusura bakmasın, gerisi bana sahte geliyor. Erkan’la bir çay içmemiş isimlerin gözyaşlarını ayırabiliyorum. Ve çok üzülüyorum, kızıyorum… Patronlara, müdürlere… Yaşayanımıza sahip çıkamayan bir meslek grubu oldu gazetecilik. Kaybettiklerimize mi sahip çıkacağız?
Güle güle babadan gazeteci Erkan Koyuncu… Allah ailesine sabır ve kuvvet versin…
B
aşınız sağolsun Erkan’ın gerçek dostları…
Biz artık öksüz bir meslek grubuyuz… Ve giderek azalıyoruz…  

Dilerim yaşanılan acılar artık son bulur…