30 Aralık 2011 Cuma

2011...2012...

Sevemedim 2011'i... Çok şükür ki sağlıksal açıdan bana ve aileme olumsuz bir etkisi olmadı...Yiyecek bir şeyler de bulduk...

Ama... Ama'sı çok benim için..

Bu yıldan aklımda kalan keyifle gözümün önünde büyüyen kızım ve ailece geçirdiğimiz güzel yaz tatili....

Sonrası...

Sormayın gitsin... Hele de 2. bölümü...

Benim açımdan fenaydı... Giderek de daha fena oldu...

Allah'ın gücüne gitmesin. Canı o verdi, o alır... Ama bu can keyifsiz bir sürece girdi akan zamanla...

Futbol hayatımızın ciddi bir parçası... Fenerbahçe sevdası taşıyan futbolseverlerdenim.

Farkım ekmeğimi de spordan kazanıyor olmam.

Ama hayatım futbola endeksli değil. Hele artık hiç değil...

Fenerbahçe sevdam... Ama körü körüne değil... At gözlüklülerden değilim.

Seviyorum Fenerbahçe'yi... En az eskisi kadar.

Ama camia içinde çok da ciddi bir temizlik istiyorum.

Gerekirse ben de dahil herkes temizlensin.

2012'den en ciddi isteklerimden biri bu!

Acıma... Temizle Fenerbahçe'yi... Önce benim kapımın önü temiz olsun ki diğerlerine dilim uzasın...

Gerekirse benim kapımın önü temiz olsun, kapısı pisler başarılı olsun. Derdim değil. Yeter ki kapım temiz olsun...

Geçelim futbolu... Zaten çok da anlamsız bu dönemde...

Dedim ya... Sevemedim 2011'i...
Şimdi yeni bir yıl önümüzde...

Memleketim yine çok çekti bu yıl... Hele ki Van... Hala yanan çadır, yitirilen yaşam haberleri... Belki de bu bile tek başına yeter 2011'i sevmemek için...

Bizler yılbaşını kutlarken oradakiler neler yaşayacak... Orada kalmak zorunda olanlar... Bir yerlere kaçamayanlar... O çadırların içinde tıkalı yaşamlarında...

Biz de hala şike ile uğraşalım... Yüzbin dolarların havada uçuştuğu ortamda temizlik kampanyaları... Ve yanan çadırlar...

Bırakın bunları ne olur... Sağduyulu olun...

Yeni yıl... Umulmadık şeyler olsa...

Mesela hiçbir tabiat faciası yaşamasak... Canlar yitirilmese...

Mesela ekonomik istikrarla insanların alım gücü artsa... Yaşam sıkıntısı çekilmese...

Mesela toplum başta Ata'mız olmak üzere hakedenlere hakedildikleri yerlere koysa...

Mesela yargı süper hıza kavuşsa... Gazetecisinden yöneticisine, hakeden en kısa sürede özgürlüğüne kavuşsa...

Mesela kırgın küskün kalmasa... Herkes barışsa...

Mesela herkes yeniden eskisi gibi futbolu sevebilse...

Mesela bazılarının gözündeki perde kalksa... Herşeye olumlu ve mantıklı bakabilseler...

Mesela herkes işlerinde başarılı olsa... Güzel işler, güzel tatiller yapsa...

Ve en önemlisi... Mesela hepimiz çok sağlıklı bir yıl yaşasak...

Hadi 2012... İlk kez bir yılın ardından çok konuşuyorum. Mahçup etme beni...

Herkese mutluluk, sağlık ve başarı dağıt...

Hepinize iyi seneler dostlarım...

Herşey gönlünüzce olsun...



23 Aralık 2011 Cuma

Labirent

Yakından tanıyanlar bilir ki yaşını yeni aşmış küçük bir kızım var. Dolayısıyla benim ve eşimin yaşamı bu ufak çaplı dostumuza endeksli durumda. Çocuk sahibi olanlar hak verir ki bu dönem bir daha geri gelmeyecek. Sonuç itibarıyla her anın keyfini çıkarmak için ciddi hassasiyet gösteriyoruz ve hiç şikayetçi değiliz. Hayatımda çok hobilerim, zevklerim oldu ama bu bir başkaymış gerçekten.

Bu yaşam düzeni içerisinde eski zevklerimize biraz ara verdik. Sinemaya gitmek de bunlardan biriydi. Ayda 1-2 film yetiyor bize şimdilerde.

Son olarak oynadığı ilk gün 'Labirent'e gittik. Hani bazı tipler var. 'Şu filme gittim, nefis. Mutlaka görülmesi lazım' ukalalığındakilerden değilim. Bu yaklaşımların asıl amaçının da 'Ben filme, sinemaya gittim' veya 'giderim' mesajını iletmek kaygısı olduğunu da düşünüyorum. Hatta bunu biraz daha ileri taşırsak şizofrenik bir durum. Her yaptığını ille insanların gözüne batırmak... Ben şurda şunu yedim, şunu içtim... Yakında bu yenilen içilenlerin nasıl çıkışının anlatılmasından endişe duyuyorum :)

Neyse... Filmde bir sahne dikkatimi çekti. Daha doğrusu o sahnede konuşulanlar... Başroldeki Meltem Cumbul ile Timuçin Esen 2 polis. Bir çorbacı sahneleri var. Oradaki sohbetleri... Neden polis oldukları... Mesleğin zorluğunu dile getirişleri. Ve yine de neden yaptıkları... Tam cümleler maalesef ki aklımda değil. Ama bana ders niteliğinde geldi...

Kime ders? Mesleğini yeni seçecek kardeşlerime...

Polislik ile gazeteciliği nedense birbirine benzetirim. Bir de rehberliği. Kısa dönem rehberliğim oldu. 2 yıl kadar. Sonra 17 yıla yakın gazetecilik. Mesaisiz meslekler bunlar. Fazlasıyla özveri istiyorlar. Genç yaşta başlıyorsun. Filmde dile getirildiği gibi... İlk başlarda kendini farklı bir yere koyuyorsun. Sanki dünyayı kurtaran, yönlendiren insansın. Gazetecilik yönünden bakalım... Sanki yaptığın haber konunun tüm gidişatını etkiliyor gibi gelir. Farklısındır başlarda... Öyle hissedersin... Sonra yıllar geçer... Şöyle bir geriye bakarsın... Yaptığın herşey geride kalmış. Yenilerini yapıyorsan değer verilirsin. Durduğun anda insanlar seni bir anda unutuverir. Bu arada yıllar gücünü, zindeliğini beraberinde götürür.. Ve bir karar noktasına geliverirsin: Tamam mı devam mı?

Çoğunluk devam der.... Çünkü bu meslekler virüslüdür. Mikrop içerircesine seni kendine bağlarlar.

Polissindir... Sanki senden başkası olayları çözemez...

Rehbersindir... Sanki senden başkası oraları anlatamaz, o insanları taşıyamaz...

Gazetecisindir... Sanki senden başkası o haberi o kadar doğru yapamaz...

Hepsi boş... Önemli olan yaşamı keyifiyle yaşamak. Ve bir meslek seçerken kişinin aynada gördüğü silüete uygun bir meslek seçmesi...

Genç kardeşlerim var, mesleğimizin ilk dönemlerinde... Veya başka mesleklerin... Bu filme giden olursa o çorbacı sahnesinde konuşulanları biraz farklı dinlesinler. Bana son derece yapıcı geldi o konuşmalar...

Ben doğru meslek mi seçtim? O da bana kalsın...

Sağlıcakla...  

14 Aralık 2011 Çarşamba

Emre'nin Düşündürdükleri

Öncelikle Fenerbahçe'nin görevli biriminin bir an önce 'Basın Toplantısı' ile 'Basın Açıklaması' arasındaki ayrımı hayata geçirmesini istiyorum. Bunun sıkıntısını çalıştığım dönemde de sık sık yaşamıştım. Emre Belözoğlu için resmi site 'Basın Toplantısı' derken FBTV'de de 'Basın Toplantısı naklen yayınlanacak' anonsu sürekli yer aldı.

Sonrasında 'Soru yok' denildi ve toplantı açıklamaya döndü. Ne gerek var insanları böyle yönlendirmeye? O kadar insanı soru alınmayacaksa toplamanın amacı ne? Verin açıklamayı FBTV'den canlı yayında. Bir stüdyo konuğu olarak. Olsun bitsin.

Kamuoyunu 'modern' çağrışımı altında aptal yerine koymanın anlamı yok... Lütfen kulübümüzün medya sorumluları da bunu sürekli savunmaya çalışmasınlar. Kimse yemiyor... Savunmaları 'Andersen'den Masallar'a dönüyor... Aynadakini inandırsınlar, o zaman herkes de inanır... Yoksa üniversitelerde ders konusu olurlar 'Bir basın toplantısı bu şekilde olmaz' başlığıyla...

Dün bir yazı ile Emre'nin kadro dışı bırakıldığının resmi olarak açıklanmadığını ancak böyle bir durum varsa bunun kanımca doğru olduğunu söylemiştim. Kulübün son aylardaki en doğru kararı olarak görüyordum bu cezayı.

Ama kulüpten kimse çıkıp 'Gık' demedi. Emre çıktı. Gerginliğini 'Şike davası'na bağladı. Özürler diledi. Çaktırmadan medyaya çattı. Falan filan... Beklenen cümleleri dinledik...

Kanımca Fenerbahçe yönetimi sık sık dile getirdiğim 'Fenerbahçe Duruşu'nu sergilemekte tarihi bir fırsatı kaçırdı. Hatta ellere yüzlere bulaştı bu durum...

Aklımda sorular oluştu...

  • Belçika kampında bir taraftar laf attı diye Emre idmanı kimseye sormadan bırakıp gitmişti. Aykut hoca şaşırmış, 'Bu nereye gidiyor' demişti. Sonuç: Ne ceza, ne uyarı... Sadece bir özür... Sonrasında Emre'nin sürekli takımdan birileriyle gerginlikleri. Ve son olayda önce Cristian'la sonra hocasıyla atışması. Niye bunlar sonrası bir futbolcu ciddi bir ceza almaz?
  • Gerginliğini Şike Davası'na bağlayan futbolcu Fenerbahçe'in kaptanlarından biriyse kaptanlığı derhal alınmalı. Zira herkesin en güçlü durması gereken bir dönemde kaptan bunu der, bunları yaparsa, cemaatin ne yapsa hakkıdır.
  • Hep derler ki takımlarda yabancılar sürekli kollanır, hataları örtülür. Emre'nin bu tavırlarını yabancı bir oyuncu üst üste sergilese, yerli oyuncular ne dedikodu yaparlardı tahmin edebilir misiniz? Ben edebilirim... Çünkü 15 yılı aşkın kulüp muhabirliği yaptım.
  • Ve en önemlisi... Artık Aykut hocanın sabrı taşmaz mı? Hadi daha da ağırını söylim: Artık Aykut hocayı bu takımda takmayanlar olursa Emre'yi 'dümen' tutmazlar mı? Aykut hoca bunu hiç mi düşünmez? Fenerbahçe'nin hocasına futbolcu bu tavırları sergileyip özürle kurtarırsa Fenerbahçe'nin hocası ne düşünür? Şuna da hatırlayalım ki bu Aykut hocadan ilk özür dilenmesi değil ve bu bir hocaya fazlasıyla zarar verir

Bunları Emre'ye bir düşmanlığım olduğundan falan yazmadım. Aksine, dün de yazdığım gibi kendisiyle çok fazla bir muhabbetim olmadı. Zekası kıt kesimin öne süreceği gibi Fenerbahçe düşmanı falan değilim ve bu nedenle de yazmadım.

Yazmamın nedeni basit. Her yerde sürekli görmek istediğim ve gurur duyduğum 'Fenerbahçe Duruşu' yamulunca rahatsız oluyorum. Bundan yazdım.

Bir kesim var... Tanımam, etmem. Son dönem ortaya çıktılar. Herkesten çok Fenerbahçeli oluverdiler. Saygım var. Daha önceler nerelerdeydiler bilmem. Ben 14-15 yaşımdan beri tribündeyim. 15 yılı aşkın da bu işi yapıyorum. Ama nedense onları pek görmedim. Yine de saygım var.

Yalnız bir şeye dikkat etmeliler: Yanlışa sahip çıkmak değildir Fenerbahçelilik... Duruşu bozmadan korumak, duruşu bozanı da uyarmaktır. Bunu gerektirir Fenerbahçelilik...

13 Aralık 2011 Salı

Duruş

Emre Belözoğlu ile muhabbeti olan bir gazeteci değildim. Kendisine bir keç kez maç çıkışlarında veya idmanlarda basit gazeteci soruları sordum. Kabul etmeliyim ki o da bunları profesyonelce yanıtladı. Bir tersliğini görmedim.

Kendisini görev yaptığım sürede gazeteci, sonrasında ise bir Fenerbahçeli olarak her zaman herkesi takip ettiğim kadar yakından takip etmeye, gözlemlemeye gayret ettim.

Bugün kadro dışı bırakıldığı haberi geldi. Bu satırları yazarken resmi site, belki de zor bir konu olduğu için, henüz bir açıklama yapmamıştı.

Her dönem Emre futbolu kadar tavırları ile de tartışıldı. Tartışılmaya da devam ediyor. İyi ve çok faydalı bir futbolcu tartışılmaz bir konu. Ama Fenerbahçe veya bir başka takımdan büyük bir oyuncu mu? Bence değil... Kimse de olamaz...

Profesyonel bir futbolcunun görevi kendisinden istenileni yapmaktır. Kaptanın ise ayrıca takımı uyarmaktır, bazen huzuru sağlamaktır, bazen hırslandırmaktır. Ama takımı farklı şekilde yönetmek yönetmek değildir. Böyle bir futbolcunun kimseye kavga etme, kışkırtma lüksü yoktur. Evet, belki yapısı gereği sinirli, aşırı hırslı olabilir ama profesyosyonellik bunları belli bir seviyede tutmayı gerektirir. Emre bu seviyeden giderek uzaklaştı. Ve sonunda iş bugünkü noktaya geldi.

Evet, anlaşıldığı üzere kadro dışı kararını onaylayanlardanım. Belli bir süreç belki Emre'yi de bir yere taşır ve sonrasında eğer hala Fenerbahçe forması giymek isterse eskisinden çok daha faydalı bir oyuncu olarak döner.

Kararı teknik heyet mi aldı, yönetim mi bilemiyorum. Ama son derece cesur ve yapıcı bir adım.

Hemen eleştirileri duyuyorum. 'Fırsat doğdu sana eleştirmek için' diyenleri. Dikkat lütfen, ben bu kararı Fenerbahçe için alanları onaylıyorum.

Bir parantez... Bazıları gün içerisinde nedense Bilica örneğini gösterdiler. Bilica'yı Fenerbahçe forması içinde görmek beni sürekli yaralıyor. Bunun nedeni asla futbolu değil. Hatırlarsınız Bilica'nın yaptığı kazayı. Ve sonrasında kaçışını. Çarptığı adamın akibetine bakmadan oradan kaçmıştı. Belki de o kişi o an orada can çekişiyordu. Anlık bir müdahale gerekiyordu. Buna bakmadan oradan kaçmıştı Bilica. Eğer o bir Fenerbahçeli futbolcu olmasaydı ertesi gün poliste olurdu. Belli bir süre idare etti. Sonrasında bir sorgu ve kutlamalar içerisinde karakoldan çıktı. Böyle bir zalimliğe imza atan Bilica'ya benim memleketim, benim kulübüm hala çalışma izni veriyor. Futbolu kalsın kenarda. Bu olayı bana insani olarak kimse açıklayamaz...

Fenerbahçelilik bir duruştur. Herkes gelir geçer, Fenerbahçelilik kalır. Kimse kimsenin Fenerbahçeliliğini tartışamaz.

Yeri gelmişken... Bu konuda da bana laf atmaya çalışan zekası kıt bir kitle var. Geçin arkadaşlar bu işleri. Bugün beni yaşamımın bir kısmından tanıyan kimse Fenerbahçeliliğime laf atamaz. Hayatımın her kısmında beni tanıyan Fenerbahçe ile tanımıştır. Ben ne kimsenin sayesinde Fenerbahçeli oldum, ne de kimse yüzünden bırakırım...

Fenerbahçelilik br duruştur dedim. Bu duruş bana göre kişileri içermemeli. Futbolcu olsun, teknik adam olsun, yönetici olsun... Kim olursa olsun. Fenerbahçelilik gerektiğinde eleştirmektir, gerektiğinde savunmaktır. Ama ön plana Fenerbahçe'yi koymaktır...

Yine duyuyorum... 'Aziz Yıldırım'a olan sevgiszliğini aba altından gösteriyor' Zekası kıt olanların yaklaşımı. Evet, uzun yıllardır Aziz Yıldırım'a sıcak bakmayan biri olduğumu tanıyan herkes bilir. Yine o zekası kıt kesim sürekli Aziz Yıldırım aleyhine haberlerimi ön planda tutup beni de 'hain' kesimden göstermeye gayret eder durur. Kendisiyle ilgili 'Onun yaptığı tesisleri kimse Fenerbahçe'ye tarihinde kazandıramaz' şeklindeki haberlerimi görmezden gelmişlerdir. Büyük transferlere attığı imzaları alkışlayışımı. Ancak sportif anlamda yöneticiliğini beğenmedim. Daha da önemlisi camia içinde bölünmelerde başrol oynadığını hep düşündüm. Düşünmekten de öte sık sık yaşadım.

Şu dönem hakkında bir şeyler söylemenin yanlışlığını bile bile bunları ilk ve son kez dile getirdim. Getirdim ki demek istediklerimi bu konuya çekmek isteyenlere bir yanıtım olsun.

Fenerbahçelilik duruşu içinde herkesin kulübüne sahip çıkması gereken bir süreç yaşıyoruz. Galatasaray derbisine kadar herşey fena sayılmayacak bir seviyede gidiyordu. Derbi kötü oldu. Ama kaybedilen bir şey olmadığı kanısındayım. Sadece bir silkelenme gerektiren bir maç oldu ki bu da Bursa'da hayata geçti.

Hafta sonu Trabzonspor maçı var. Üzülerek ciddi bir kısmın bu maçı öfkeyle beklediğini görüyorum. Fenerbahçelilik duruşu öfke içermez. Gönlüm o gün inanılmaz bir tribün desteği ve şovuyla, sahada da 11 kişinin olağanüstü mücadelesiyle 'Geçen yılın haklı şampiyonu biziz' diyen bir Saraçoğlu gecesi yaşanmasından yana. Ve tüm bunların kurallar çercevesinde yaşanması. Öfkeyle kalkanın öfkeyle oturduğunu unutmamak gerekir.

Yaşamım boyunca mesleğim gereği profesyonelce, gönül bazında da kalpten Fenerbahçelilik duruşumu hep korudum. Bir Fenerbahçeli gibi mesleğime hep saygı gösterdim. Ve bir Fenerbahçeli olarak da kulübüme hep sevgimi yaşattım. Ve inandığım konuların hep arkasında durdum. Sağa sola kaymadım. Benimle aynı mesleği yapanların bir o yana bir bu yana sallanmalarını zaman zaman gördüm. Şimdilerde de görüyorum. Ben hep aynı yönde kalmaya gayret ettim.

Yanlış olduğuna inandığım herşeyi eleştirdim, yine eleştiririm. Ama bir haberci olduğum için ağırlığım hep haberden yana oldu. Eleştiriyi kendi dünyamda konuşabilen dostlarımla paylaştım. Küfür edenlerle, klavye kahramanlarıyla fazla temasa geçmekten yana değilim.

Twitter'da bazen hoş şeyler yaşıyorum. Seviyeli şekilde bana yaklaşanlarla aynı seviyede sohbet ediyoruz. Bazen anlaşıyoruz. Bazen anlaşamıyoruz. Ama iyi dileklerle ayrılıyoruz. Zekası kıt kesimle anlaşmak ise söz konusu olmuyor.

Şike davası sonrası ilk tahliyeler oldu. Çıkanların gözü aydın. Dileğim suçun henüz kanıtlanmadığı şu ortamda içeride kimsenin kalmaması. Sonrasında da kimin cezası netleşirse sonuna kadar çekmesi. Ama şu an içeride ne olduğu kanıtlanmadan bekleyenlerin durumu beni de üzüyor.

Bazı şeyleri de ilk günden beri kimse bana anlatamadı. Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'ne gönderilmedi. Kabul edemiyorum ama yerine Trabzonspor'un gönderilmesini, Beşiktaş'ın Avrupa Ligi'ne katılmasını kabul edemediğim gibi daha bugüne kadar kimse bana mantıki bir şekilde açıklayamadı. Hele de bu iddianame çıktıktan sonra... Bana göre kararın tutarsızlığı daha net ortaya çıktı. Mantığım sürekli 'Ya hep ya hiç' deyip durdu. Neyse...

Aslında futboldan uzaklaşıp bu konulara girmek istemedim hiç. Çünkü bir faydamın olmayacağı noktadayım. Futbola yoğunlaşmaya çalışıyorum. Ancak bu sezon gerçekten çok zor oluyor bu yoğunlaşma gayretim...

28 Kasım 2011 Pazartesi

İşkence

Kış aylarının olağan yaşamını sürdürdüğümüz bugünlerde ben de bir tembellik havasına girdim. Birşeyler yazmak nedense bir süredir içimden gelmedi. Bu pası atmaya karar verdim. Yine ister istemez, ki bazıları futbol dışına çıkmamı istese de, konuyu yine futbol olarak seçtim.

Bu hafta sonunu daha çok ev ortamında geçirdik. Durum böyle olunca da her akşam bir maç izledim. Onunla da kalmadım, bazı gündüz maçlarına da gözüm takıldı. Şu sonuca vardım ki, maalesef Türkiye liginde maç izlemenin bir başka adı 'insanın kendine işkence etmesi' oldu gözümde.

Cuma'dan başladım. Fenerbahçe maçı. Gençlerbirliği'nin bir topu direkten döndü. Spikerin yorumu kulağımda: 'Başkentte direkler sallanıyor'! Emre'nin direkte dönen vuruşundan sonra neredeyse 45 dakika geçmiş. Pozisyon yok. Uyuklar gibi maç izlediğimi hissettim. Cumartesi G.saray maçı. Kırmızı kartlar, tartışılan pozisyonlar olmasa sahada duran adamlar. Pazar TS-Bjk maçı. Son dakikalar olmasa sıradan bir 3. lig maçı havası var sahada.

Yayıncı kuruluş spikerleri doğal olarak ellerindeki ürünü en heyecanlı şekilde sunmaya çalışıyorlar ama gerçekten zorlandıkları net bir şekilde ortada. Bazen başka maç izlediğimi bile düşünür oluyorum.

Bir hafta önceye dönelim. BJK-GS derbisi öncesi. Şansal abi tahminleri sorarken 2-2 diyor. Marcus Merk bol gollü bir maç tahmini yaparken Mustafa hoca gol düellosunu Beşiktaş'ın kazanacağını iddia ediyor. Skor 0-0.

Genelde bu kadar maç seyretmem. Ama Fenerbahçe maçlarını doğal olarak kaçırmam. İddia diliyle Fenerbahçe'nin bu sezon 12 maçının 8'i alt. Yine iddia diliyle handikap 1 olarak kazanılan maç sayısı 2. Son 4 maçta attığı gol sayısı 2.

Şimdi sakın beni Fenerbahçe düşmanlığı ile suçlamayın. Son 6 maçında 9 puan alan Fenerbahçe, 12 haftada hala 3 puanla lider ise bu hem Fenerbahçe'nin Türkiye'deki üstünlüğüdür, hem de diğer takımların acizliğidir. Her zaman şükretmişimdir ama bu kez daha da şükrediyorum ki iyi ki Fenerbahçe'liyim ve Fenerbahçe'yi takip ediyorum. Diğer takım taraftarı olsam sıkıntı ve sinirden patlardım herhalde.

Tüm futbolcu kardeşlerime her zaman mesleklerinden ötürü saygı duymuşumdur. Ama ortaya konulan tablo ortada. Tat yok, tuz yok. Nedense bu tatsız ve tuzsuz görüntü transfer dönemlerinde bir çok Avrupa ülkesinden daha çok maddi açıdan ödüllendiriliyor.

Duyar gibiyim... 'Şike davasının patladığı bir dönemde daha ne bekliyorsunuz. Bu bile iyi. Futbolun canına okudular' diyenlerinizi...

Buna asla katılmıyorum. Ben de 'yargısız infaz' sonrası bir çok kulübün, öncelikle de Feerbahçe'nin tüm maneviyatının büyük zarar gördüğünü düşünenlerdenim. Ama....

Sezon başı, çalıştığım dönemlerde bana bu sezondan neler beklendiği sorulmuştu. Demiştim ki: 'Yargısız bir infazla Fenerbahçe'nin şampiyonluğu gölgelenmeye çalışılıyor. Ama buna Fenerbahçeli futbolcular izin vermeyeceklerdir. Büyük bir onur mücadelesi sonrası görülmedik bir futbolla çok iyi performans sergileyip bu sezon alacakları farklı galibiyetlerle geçen yılın hakları olduğunu göstereceklerdir'

Ne yazık ki şimdi bu tablo yok. Kör topal gidiliyor.

Efendim? Kadro mu bozuldu? Yapmayın. Tek Lugano... Emenike geçen yıl yoktu. Guiza da zaten bir anlamda yoktu. Santos'un yerine Ziegler geldi. Artı Caner bu sezon kıpırdanıyor. Niang'ın yerine Bienvenue geldi. Tek kayıp Lugano. Yoksa kilit Lugano'muydu?

Olmamalı... Fenerbahçe sistemini oturtmuş olup yerine gelen isimlerle giderek ritim kazanmalıydı. Aksine ritim giderek düşüyor. Sezona Alex'in süper performansıyla başlandı. Doğaldır, Alex duraksadı. Yerine bir tek çıkış gösteren isim olmadı. Herkes Alex'in yeniden form kazanmasını bekliyor. Bir de Volkan... İnanılmaz kader kurtarışları, tek farklı galibiyetler 3 puanın hanede kalmasını sağlıyor.

Ne mi demeye çalışıyorum... Şudur anlatmak istediğim, beklediğim... Alex ve Volkan dışında bazı oyuncuların taşın altına elini sokmaları lazım. Saçma şekillerde gündeme gelmek yerine herkes futboluyla konuşulmalı. Emre, Gökhan, Semih lider olmalı. Özer, Sezer buldukları şanslarda yokolmak yerine vazgeçilmezler arasına yol almalılar. Lugano yokken Bilica, Bekir gibi oyuncular bu şansı kullanmalı. Ve Aykut hoca Stoch'u bu takımın gediklisi yapmalı.... İstikrarı herşeyden çok istiyorum...

Vay be! Ne de çok biliyormuşum :):) Kızdınız değil mi? Tamam, sustum... ;)

Bu arada işkenceyi sürdürüp pazar akşamı malum spor programlarına da bir süre takıldım. Hani herkesin 'Hiç izlemiyoruz' dediği... Anında sosyal paylaşım sitelerinde o 'hiç izlemeyenlerin' yorumlarını da sık sık okudum. İlginç bir 'hiç izlenmeme'

Neyse... Bana göre bu programlar gerçekten 'süperler'. Yani futbol konusundan yola çıkılıp futbolun bu kadar dışına çıkıldığı bir ortam acaba dünyada var mı? Ve bu programlar niye pazar akşamı yapılıyor ki? Gerek yok! Hafta içi boşlukta konuşulsunlar.

Ya da adliye programlarının olduğu zaman dilimine kaydırılsınlar.

Dileğim bu yazdıklarım doğrultusunda benzer bir hafta sonunu bir daha yaşamamak. Aynı hatayı yapmamaya çalışacağım. Kızdım kendime. Fenerbahçe maçı ve geniş özetler bana göre fazlasıyla yeter.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Van Üşüyor

Hayatımda çok üşüdüğüm bazı günler oldu. Prag'dı biri. 1-0 kazandığımız Şampiyonlar Ligi maçıydı ve otele döndükten sonra 6-7 kahve içip 3-4 saatte kendime gelebildiğimi hatırlıyorum. Eskişehir'de öğrencilik yıllarımdı. Trenle İstanbul'dan gelmiştim. İlk Yenikent semtinin yerleşenlerinden biri olarak taksiden sonra bir süre yürüyorduk. Sabaha karşı gelmiştim ve 05.00 sularında 20 dakika yürümüştüm. İçimden 'Allah'ım sen insanları bu soğukta evsiz barksız bırakma' dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Diyarbakır'ın da soğuğunu gördüm, İsveç'in de...

Bugünlerde Van depremi sonrası bölgedeki soğukla başetmeye çalışanların mücadelesini takip ediyorum. İçim sızlayarak. Onlar için asıl savaş şimdi başladı. Kızıma bakıyorum. Orada kızı olanları düşünüyorum. Ne yapsam bilemiyorum. Gözlerim doluyor. Bana hep 'Çocuğun olsun, herşeyi daha iyi anlarsın' denirdi. Bunu diyenlere çok hakveriyorum. Gerçekmiş, hem de fazlasıyla. Bugün ondan bundan sızlananlar var. Tek lafım var onlara: Sizin çektiğiniz sıkıntıları çekenlerin anası babası ne hisseder, bunu düşünün... Ana veya baba olduğunuzu düşünün...

Ve Van'dakiler...

Tarifi olmayan sıkıntıdır çekilenler orada... O nedenle bizlerin burada aslında bunu anlatmaya çalışması bile boş. Evet, hayat devam ediyor kuşkusuz ama bu kadar büyük bir acının yaşandığı ülkenin öte yanında vur-patlasın çal-oyasın bir hayat da yadırganıyor.

Bir de insanlık dışı haberler var ki... Ne desem bilemiyorum.

Göçü çare bulan bir grup insan son biletleriyle otobüs bileti almışlar. Ortada otobüs yok. Sonuç: Dolandırılmışlar...

Van'a yardım götüren tır ihbar üzerine aranmış, içinden bilmem kaç kilo uyuşturucu çıkmış...

Dağıtılan çadırların bir kısmının büyük kentlerde satıldığı söylentileri...

Tek kelime ile utanç tablosu... Bari bunların haberleri engellense de dünyaya rezil olmasak...

Ve beni çok yaralayan bir haber daha... Doğruluk payını bilemem, araştırmadım. Ama doğruysa... Önce haber: Efendim, milli takım oyuncuları Hırvatistan'a elenince Van'a da yazık olmuş. Çünkü o prim Van'a gönderilecekmiş...

Doğruysa kardeşim dediğim o futbolcular bu ayıplarıyla yaşasınlar. Orada burada konuşup sonra 'yalanlamayı' çok iyi bilen futbolcu kardeşlerimiz konuyla ilgili 'gık' demediler.

Demediler ki, 'Öyle bir şartımız yok. Biz zaten yeterince para kazanıyoruz. Milli takım oyuncuları olarak şu kadar parayı aramızda toplayıp göndereceğiz'

Yardımın şartı şurtu mu olur? Ve bu ülkede futbolcular kadar kazanan kaç meslek grubu var? Hadi arkadaşlar... bırakın futbolu, galibiyeti... Bir meslek sahibi olarak kenetlenin. Van'da 'Futbolcular sitesi' kurun... Ya da 'Futbolcular İlkokulu' Ya da başka bir şey...

Düşünün yalnızca 4 büyüklerde oynayan oyuncuların sadece 2 yıllık kazançlarının yüzde 5'ini bir çatı altında topladıklarını... O parayla sanırım ciddi bir yatırım yapılır...

Biz bunları konuşurken Van üşüyor... Yarın için bir umut taşımadan üşüyor... Duyduğum herkes oralardan kaçmaya çalışıyor... Sonra Doğu'ya yardım yok diyoruz... Daha çok deriz... Daha çok çekeriz...

Çünkü biz garip bir milletiz...

11 Kasım 2011 Cuma

Lütfen... Samimiyet...

Yazbaşı Avrupa Futbol Şampiyonası oynanacak. Mucizenin de ötesinde birşeyler olmazsa bizler bu şampiyonayı 'futbolsever' olarak izleyeceğiz. Ne demek lazım? Bence hiç... Susup ayıbımızla oturmak lazım. Ülke olarak...

Birilerinin elbette şampiyon olacağı ülkede başarı bu birilerinin şampiyon olması değildir. Avrupa arenasındaki takımlarla birlikte ülke takımlarının başarısıdır önemli olan. Ülke takımımız bu kez 'pas' geçti. Peki neden? Hata kimlerin? Ciddi ciddi bunları konuşmak lazım...

Basit olan Hiddink ve ekibine yüklenmek... Ama... Bu 'ama'nın devamı bence çok uzun...

Hepimiz futbolu seviyoruz... Mu?

Bence değil...Çoğunluğumuz tuttuğumuz takımları seviyoruz ve bunu futbolun üzerinde tutuyoruz. Oysa ki milli takım hepsinin üzerinde olmalı. Kulüplerarası bir düşmanlıktır almış gidiyor. Bu arkadaşlar artık Avrupa Şampiyonası'nda Hırvatistan'ı alkışlarlar, olur biter...

Yapmayın arkadaşlar... Ülke içi rekabet evet ama bizler Atatürk çocukları olarak milli takımı biraz daha yukarıda tutmalıyız. Lafa gelince Atatürk... Futbola gelince Fener, Cimbom, Kartal... Olmaz! Olmamalı... Hepimiz kayıtsız şartsız milli takım formasını giyen herkesi desteklemeliyiz. Sevmiyorsak da bunu içimizde tutmalıyız.

Dostlar... Futbol yöneticiliği ülke yöneticiliğine benzer. İktidar vardır, muhalefet vardır. Özde doğru olan herkesin iyi olunması için mücadele etmesidir. Birilerini eleştirmek hainlik veya birinin adamı olmak değildir. Bu akıllara kazınılmalı...

Bu federasyon bu işi yapamadı. Çoğunluk onaylar bunu. Çünkü beni tanıyan çoğunluk Fenerbahçeli. Ve bu federasyona karşı. Ama bu çok basit bir yaklaşım. Yaşım 43. Ve gördüğüm en iyi, en başarılı milli takımlar Haluk Ulusoy dönemlerinde oldu... Haydiiii... Hep beraber yuhlayın beni! Ama 'Değil' deyin? Uyar mı?

Fenerbahçeliyiz... Fenerbahçe Haluk Ulusoy dönemlerinde başarılıydı! Hadi buna 'değil' deyin...

Ulusoy avukatlığı mı yapıyorum? Bunu diyen 'sığ zihniyet'dir. Dediğim çok farklı. Başarılıya alkış, başarısıza eleştiri... Bunu yaparsak yapıcı oluruz...

2008'i hatırlayın... Son başarımız... Oraya bizi götüren Ulusoy federasyonu oldu. Sonra birşeyler oldu ve hakkazanılan şampiyonada federasyon başka bir yönetimdeydi.

Niye mi bu noktaya geldim? Basit: Biz başarılı olanlara bile sahip çıkamıyoruz ki milli takımımıza sahip çıkalım...

3 gol yenmiş... Ne kolay! Yuhla Volkan'ı... Kim Volkan? Yıllardır alkışlanan Avrupa çapındaki kalecimiz. Tam nacizane ona sahip çıkmaya hazırlanıyoruz ki... Volkan ne yapıyor? Tribünlere hareket... Hani Ali Sami Yen'de G.Saraylılara yaptığı hareketlerin benzeri... Yapma be Volkan kardeşim... Yılların kalecisisin... Az sabret. Maç bitsin. Güç sende. Al mikrofonu. De ki: 'Ben Volkan Demirel... Şunları şunları yapmış milli takım kalecisi. Bu mudur bana reva görülen'

Haklıyken haksız duruma düşmek bu bence...

Bu satırları okuyan dostlarım... İçinizde öyle arkadaşlarım var ki... Sürekli 'Bana ne milli takımdan' diyorlar... Etmeyin... Bu ülke bizim, bu takım bizim... Kulüplerle milli takımı karıştırmayın... X, Y, Z gibi bir çok isme şahsi düşmanlığı bir noktada bırakın. Tadını kaçırmayın... Futbolu sevin, ülkemizi sevin... Türk olduğumuzu unutmayın...

Bir şey daha söyliyeyim... Bana iyice düşman olun :):):)

Oğuz Çetin'e küfredenler... Başarılı dönemlerde onu alkışladınız mı? Ve şunu da düşünün: Kim bulunduğu mevkide başarılı olmak istemez ki? Oğuz Çetin mi sattı milli takımı...

Son değinmem Guus Hiddink'le ilgili... Geçmişine saygım büyük ama sanırım en formsuz ve en umursamaz döneminde Türkiye'ye geldi... Sanırım artık emeklilik vakti... Eğer size bu emeklilik ikramiyesini de veren ülkeye biraz saygınız varsa... Lütfen...

Bu arada biz ne konuşursak konuşalım... Sahada başarısız olan oyunculardır ve bu maçta aldıkları cezalarla rövanşta oynayamayacak oyuncuları unutmamak lazım... Bu isimler orda olmalı ki dert paylaşılsın...

Bundan sonra milli takıma daha çok sahip çıkılması dileğiyle...

NOT: Teröre karşı kaybettiklerimizden sonra depremde yitirdiklerimiz herkes gibi içimi dağlıyor. Ne olur elinizden geleni ardına koymayın ve bu karda kışda orada yaşayanlara el uzatmaya çalışın. Meslektaşımız Cem Emir'le birlikte tüm yitirdiklerimizin ailelerine sabırlar diliyorum...

4 Kasım 2011 Cuma

Yeni Nijeryalı mı?

Merhaba…

Meslek gazetecilik oldu mu ne kadar şu dönem dinlenmede de olsam kulağıma gelen dedikodular eksik olmuyor. Aslında her ne kadar sezon içi transfer dedikodularına karşı da olsam biliyorum ki tüm taraftarların en büyük zevklerinden biri gelecek oyuncularla ilgili duyumlar almak. Yine de ısrarla altını çizmek istiyorum ki mantık dışı söylentilere fazla kulak da asmayın, aşırı ilgi de göstermeyin ki takımın ahengi fazla bozulmasın…

Diyeceksiniz ki zamanında sen de bu haberleri yapmadın mı? Evet ama beni takip eden dostlarım bilir ki fazla uçmadım, inanmadığım haberi de yazmadım.

Yine diyebilirsiniz ki şimdi niye isim veriyorsun? İnandığım bir yerden geldi ve gazeteci olarak bunu paylaşmak istedim. O kadar da olsun ;)

Evet... Fenerbahçe’nin şu dönem bir golcü sıkıntısı yaşadığı gözle görülüyor. Teknik direktör Aykut Kocaman’ın da doğal olarak her hoca gibi ocak ayı için transferle ilgili inceleme çalışmalarını sürdürüyor. İşte bu isimlerden bir de kulağıma geliverdi.

Fransa’nın bu yılki flaş takımı Montpellier’in Nijeryalı golcüsü John Utaka’nın Kocaman’ın listesinde ilk sıralarda yer aldığı bana gelen bilgi. Doğruluğunu elbette zaman gösterecektir ama bu ismin en azından Aykut hocanın istediği isimler arasında yer aldığını iddaa edebilirim.

Utaka kim derseniz? Nijeryalı. 29 yaşında. 1.79 boyunda ve en önemlisi takımda yeterince sürekliliği ve golcülüğü var. Sözleşmesi 2013 yılına kadar ve 2.5 milyon euro civarında bonservisi var…

Benden bu kadar…

Şimdilik ben normal yaşamıma dönüyorum ama yine inandığım bir haber gelirse sizlerle paylaşacağım…

Şimdiden iyi bayramlar…

31 Ekim 2011 Pazartesi

Karabükspor Maçının Çağrışımı

Sezona ciddi bir koasla başlayan Fenerbahçe, Karabükspor galibiyetiyle onurlu yürüyüşünü sürdürdü. Bazılarının dediği gibi bu sezon Fenerbahçe'nin aldığı galibiyetlerin hepsi şampiyonluk için verilen uğraşın yanı sıra içinde bulundurulan duruma verilen en güzel tepkidir. Kolay değil bu kadar kurcalandıktan, bu kadar üzerine çalışmalar yapıldıktan sonra liderliği, hem de puan farkıyla sürdürmek. Lig sıralamasındaki bu takıma yaşadıklarından sonra ciddi anlamda saygı göstermek gerekir...

Karabükspor maçı bende bir çağrışım yaptı. Sezon başında yaşanan olaylardan sonra gösterilen bazı tepkilere karşı çıkmıştım. Her zaman 'En büyük taraftardır' dediğim Fenerbahçe taraftarı, verdiği tepkilerde taşkınlığa kaçarken camiaya da istemeden zarar verdiğini düşünmüştüm. Benim istediğim tepki Karabükspor maçında verilen destekle orantılı olan şekildi.

Gelelim bendeki çağrışıma... Dilerim yanlış bir yoruma neden olmadan ifade edebilirim...

Alex'in gördüğü kırmızı kartı tartışmam. Hakemlik hiç yapmadım, eğitimini de almadım. Yalnızca 30 yıldır maç izleyen biri olarak böyle bir kırmızı karta futbolun içinde yer olmadığı kanısındayım. Hadi diyelim ki söz konusu olan asabi bir oyuncu. Belki sarı olur. Ama Alex gibi bir isme böyle bir pozisyon sonrası kırmızı kart gösterilmesi ciddi bir hatadır.

Aynı şekilde Emre'nin de gördüğü sarı kart bir komediydi. Aynı şekilde Emre'nin maçıkırmızı kartsız tamamlaması da. Yanlış hatırlamıyorsam 2. yarıdaydı, rakibine bir darbesi vardı ki Alex'e kırmızı kart gösteren zihniyetin o pozisyonda Emre'ye saha içinde verebileceği bir ceza olmadığı kanısındayım. Özeti Alex yandı, Emre yırttı. 2 hata mı? Hayır... Maç içinde onlar karar var tartışılacak. Bu durumda çok kötü bir hakemle maçın tamamlandığını söyleyebilirim...

Sahada böyle kötü bir hakem varken Fenerbahçe ne yaptı? Maçı çirkefliğe taşıdı mı? Kurnazlığa kaçtı mı? Hakemin üzerine oynadı mı? Tek cevap: Hayır. Peki ne yaptı Sarı Lacivertliler? Hırs yaptılar. Büyük bir mücadele koydular ortaya. Fenerbahçe gibi oynadılar. Zaman zaman ciddi anlamda tehlike yaratan Karabükspor'u 85 dakika eksik oynayarak yendiler. Bir başka deyişle kötü yönetime, zor şartlara direnmelerini görevlerine asılarak yaptılar...

Biraz geçmişe dönelim. Bir çok takımın içine düşürüldüğü şike operasyonunda bazı kulüpler 'susma' politikası uygulayarak kendilerini mümkün olduğunca unutturma taktiğine yönelirken Fenerbahçe ailesi isyan etti. Stattaki taşkınlıklar 2 maç ceza getirdi. Sokaklarda yaşananlar camiayı zedeledi. Ben de dahil çoğunluğun Fenerbahçe'yi haklı bulduğu bir ortamda suçlu damgası yendi. Oysa ki Fenerbahçe camiası, taraftarı bana göre tepkisini daha uygar bir şekilde sergilemeliydi. Bugünlerde olduğu. 12. adamın görev yeri tribündür ve tribünlerin de kuralları vardır. Bu kurallar içinde tepki verilmeliydi. Nasıl ki Karabük maçında Fenerbahçeli futbolcular kötü yönetime görev yerleri olan sahada cevap verdiyseler....

Hiçbir şey için hayatta geç kalınmamıştır. Maçları izliyorum. Çoğunda tribünler boş. Fenerbahçe maçları hariç. Tepki olarak daha da dolmalı. Sağlıklı taraftar neyin ne olduğunu herkesten iyi bilir. Ve tepkiler en uygar şekilde tribünlerde verilmeli. Büyük Fenerbahçe'ye yakışan budur.

Yakında iddianame ile futbolumuzda muhtemelen yine karmaşık günler başlayacak. Fenerbahçe'yi tek kurtaracak duruşudur. Bu duruşun da bundan sonra en iyi şekilde sergileneceğine inanıyorum. Her ama her Fenerbahçeli ailesinin tüm bireylerinin duruşuyla gurur duymalı...

Herşeyden önce de tüm yaşananlar sonrası ligde puan farkıyla liderliğini koruyan takımıyla bu gurur yaşanmalı...


23 Ekim 2011 Pazar

Samsunspor ve Aklıma Takılanlar

Fenerbahçe'nin Kadıköy'de berabere kalması elbette sıkıntıdır. Bu yılın başlarını hatırlayalım. Fenerbahçe Antalya kampındadır. Birkaç gün öncesinda Malatyaspor'a kaybedilmesi Aykut Kocaman ve ekibini ateşe atmış, Samsunspor ile oynana hazırlık maçı yine 0-0 biterken Aykut Kocaman Mardan Stadı'nda Fenerbahçe'deki en ciddi protestosunu yaşamıştı. Ve o günden bu yana Kocaman ve ekibi inanılmaz bir çıkış yakaladı. Bu Samsunspor beraberliği sıkıntı yaratsa da Sarı Lacivertlilerin yakaladığı avantajlı ortamı zedelemekten öte geçmedi.

Ancak... Evet... Bazı noktalar var aklıma takılan... Bu gece kısa kısa bunları vurgulamak istiyorum...

  • Zenke geçen yılki hazırlık maçında sıkıntı yaratan isimlerin başındaydı. Çok noksanı bulunan Samsunspor'da en ciddi eksik iyi bir forvet. Zenke'yi tamamlayacak bir isim olsaydı bu kez Samsunspor kazanan taraf olurdu. Peki Aykut Kocaman Zenke ve daha önce kendisine karşı oynayan Kemal'e (Başka oynayanlar da vardı ama o kadar etkili değillerdi) bu kez niye yeterli önlem alamadı?
  • Kulağıma geldi, doğruladım. Maç bitiminde Samsunspor'da kiralık oynayan Ertuğrul'a küfürlü protestolar olmuş. Ertuğrul'u şahsen tanımam. Ama gözlemim, duyduğum adam kere adam olduğu şeklinde. Ne yapacaktı? Dandirikten bir gol yeseydi... Mutlu mu olacaktık? Kiralık olarak gittiği Samsunspor'dan dönüşünde bağrımıza mı basacaktık? Ona küfür eden zekası kıt arkadaşlar! Bize şikeci deniyor, doğal olarak kabul etmiyoruz. Laf ve tavırlara geçmişten daha fazla dikkat etmeliyiz!
  • Semih'le geçmişte çok muhabbetim oldu. Son yıllarda 'ağbi' dediği beni kırınca koptuk gitti. Önemli değil. Önemli olan Fenerbahçe. Başarılı olsun. Önce ben alkışlarım. Ama... Yakından tanıdığıma inandığım Semih'te benim de çözemediğim bir şey var. Guiza, Kezman, Andersson, hatta Niang gibi isimlerle forma rekabetinden hep başarılı çıkan Semih için bu Bienvenue çantada keklik. Bu sezon rakipsiz bence. Ama çok da formsuz. Formdan öte, dediğim gibi çözemediğim bir sıkıntısı var. Biraz toparlansa yıllardır ona yedek muamelesi yapanlara hesap sorabilir ama o kendisi için 'Yedek golcü' diyenleri haklı çıkarmaya çalışıyor gibi.
  • Bu satırları yazarken TV de dinliyorum. Objektifliğine inanmadığım tüm Fenerbahçe kalemşörleri hep bir ağızdan 'Bu sezon zaten futboldan zevk almıyoruz ki' diyorlar. Büyük yalan! Ben de Fenerbahçeliyim ama bu sezon hepsinden önemli. Saha dışında ne olduğunu çözemem ama saha içinde güvendiğim takımım bu sezon kendini bir kez daha ispatlamalı. Fenerbahçeliler mazeret bulmamalı. Futbol olarak son haftalarda sıkıntı var. Ama normal! Paniğe gerek yok. Şu başlangıç aynı hızda asla sezon boyu devam edemez. Küçük düşüşlerden Fenerbahçeli duruşuyla çıkmalıyız. Eleştirmeli, eleştiriye saygılı olmalı ama yapıcı da durmak zorundayız.
  • Son söz... Yorumsuz olarak şunun altını çizmek istiyorum. Cumartesi Fenerbahçe Divan Kurulu gerçekleşti. Orada birkaç konuşmacının çok ciddi vurgulamaları var. Elbette yılların havanda su dövmeleri de oldu. Onı isteyenler... Bunu talep edenler... Onları geçin. 3-4 konuşmacı ciddi konulara parmak bastılar. Bulun, okuyun, düşünün ve yorumlayın...

Ve gelelim gerçek yaşama... Trafik teröründen yakınıyorduk. Bölücü örgüt olayları içimizi dağladı. Günlerdir keyifsiz bir yaşam sürüyorum. En azından ben öyleyim... Zamlar çabası. Hayat hep zorlaşıyor. Keyifsizleşiyor. Ve derken deprem...

Geçenlerde ismini belirtmeyen bir dostum beni karamsarlıkla suçladı. Belki haklı. Ama şu aralar pek de mutlu olunacak bir şey yaşayamaz olduk. 2 kadeh yuvarlayıp 1-2 duman tüttürsek zam gelmiş. Yola çıksak her yer kaza, trafik. Doğudan gelen şehit haberleri. Deprem çabası. Tek hobimiz olan futbol desek... Ona da tüy diktiler!

Yakınlarını yollarda, çatışmalarda, doğal afetlerde kaybeden herkesin başı sağolsun. Ve artık en güzel güneşler artık bu güzel memleketimizin üzerinde doğsun...

21 Ekim 2011 Cuma

Başımız Sağolsun

Diyarbakır'da asteğmendim. Görev için bir süreliğine Lice'ye gitmiştim. Askeri araçta kalıyorduk. Ve daha ilk gecemizdi. Daha nerede olduğumu bile anlamamıştım ki ilk gecemde uzaktan silah sesleri duydum. Bana aracımıza gidip askerlerimle birlikte oradan çıkmamam söylendi. Uzaklarda bir çatışma olduğunu öğrendim. Etrafıma bakındım. Herkes son derece sakindi. Ben de onların bu sakinliğiyle beklemede kaldım. 2 saat sürdü silah sesleri...Sonra kesildi... Çıktık dışarı. Herkes hayatına devam ediyordu. Ankara'daki acemilik dönemimden bir devremi gördüm. Gayet sakin 'Burası böyle. En fazla 3 gecede bir bu sesler sağdan soldan yükseliyor' dedi. Sonra klasik çay muhabbeti yaptık. Yattım...
Düşünmeye başladım. Neredeyim, neler oluyor etrafımda diye düşündüm. Bulunduğum yerde yakın bir dönemde uzak menzilli bir atışla bir general şehit düşmüştü. 'Ne kadar kolay telaffuz ediliyor' diye içimden geçirdim. Bir dağbaşı... Ölenler... Kalanlar... Ne uğruna? Vatan uğruna... Tartışmasız bir şeref. Ama... Kim kimi vuruyor diye hep hesap yaptım... Kaldığım süre içinde belki ben de bugün aramızda olmayanlardan biri olabilirdim diye içimden geçirdim...

Bir başka gün kolordudaydım. Asteğmenliğin avantajıyla dolanıyordum. Bir asteğmen arkadaşımı ziyarete giderken yakalanan 3 terör örgütü suçlusunun getirilişini gördüm. Gözleri kapalıydı. İçimden 'Allah size akıl verip yardım etsin' dedim. O an düşünememişim. Aslında Allah onlara o an yardım ediyordu Türk askerinin eline geçmekle. Ya onların eline düşenler...

Bu tezatlar, bu gayri-adil savaş oraların gerçeği...

Daha da gerçeği sönen ocaklarımız...

Her zaman şehit haberleri bana o günleri hatırlatır. Şu son dönemde olan olaylar içimdeki hüznü, öfkeyi diriltmedi. Ben her zaman o duygularla yaşıyorum. Sadece şu son günlerde içimdeki yaşam sevinci azaldı. Asker arkadaşlarımı, bölüğümdeki o askerleri düşündüm. Ya onlardan birini kaybetseydim? Ben kaybetmedim ama kaybedenler var. Aileleri var... Beni o dönem bekleyen ailem gibi.

Bunları yaşamak zorunda mıyız? Yıllardır bunun önüne geçmek çok mu zor? Bu belki de beni aşan bir soru...Ama bir vatandaş olarak bunun ne zaman sonunun geleceğini sorabilirim sanırım...

Son şehitlerin ardından gelişmeleri herkes gibi takip ettim. Ne olur söyleyin, farklı ne oluyor? Bence hiç... 3-5 güne herşey unutulur. Herkes yaşamına devam ediyor. 3-5 haykırış, sonra devam.. Yaşamaya... Eğlenmeye...

Çok can sıkıcı... Utanıyorum insan olarak sokakta dolaşmaya. Türklüğümle hep gurur duydum. Ama bir yabancı bana gelip 'Ne yapıyorsunuz oradaki Mehmetçiklerinizin yaşamını korumak için, onların acılarını paylaşmak için' dese...

Ne diyeceğimi bilemiyorum...

Yabancı ülkelere gitmişliğim de var, takip edişim de... Trafikte veya bir başka ortamda 2 kişi ölse ülkede olay çıkar.

Bizde? İnsan yaşamının bu kadar ucuz olduğu bir ülke var mı dememek elde değil... Askerlik, trafik, kavga... Hergün öyle ya da böyle yaşamını yitirenler...

Eleştirdiğimiz Avrupa'da insana vuramazsınız. Sıkıysa bir yumruk atın tartıştığınız insana. Aylarca hapis yatarsınız. Bizde ise adam öldür... Can al... 3-4 yıla dışarıdasın... Öyle ya da böyle...

Can sıkıcı bir dönem... Anlamsız, boş işlere aylarca tepki gösteririz. Ama canımız en ucuzu. Tabii o kaybettiklerimizi canımız olarak görebiliyorsanız...

Atın tutun... Ama ne olur unutmayın. Ve şu ortamda bir Türk gibi yaşayın...
Şehitlerimizin aileleri... Dostları... Lafım yok size... Ben utanıyorum. Biliyorum yetmez ama elimden de fazlası gelmiyor...

Başımız sağolsun...

18 Ekim 2011 Salı

6 Haftanın Ardından

Gelen mesaj veya tepkilerden Fenerbahçe hakkında daha çok konuşmam istendiğini gözlüyorum. Bu çok zor bir durum. Zira 70 milyon nüfusunun 40 milyon civarındaki vatandaşının teknik direktör olduğu bir ülkede konuşmak çok tehlikeli. Maçtan maça izlediği takımına gazete veya dergi haberleriyle 'teşhis' koyan milyonların yanında ben ne diyebilirim ki... Hele de herkesin gözünde farklı bir yerlere betona çakılan çivi misali yerleştirildikten sonra kime inandırıcı gelebilirim ki? Yıllarca bunun sıkıntısını yaşadım durdum. Takdir ettiğimde 'yalaka', eleştirdiğimde 'Fener düşmanı' ilan edilip durdum.

Ancak... Bir kısım insanla hep seviyeli, karşılıklı saygılı bir ilişkim oldu. Saygı çercevesinde inanılmaz güzel bir üslupla F.Bahçe'yi tartıştık. Umarım onlar burada beni izleyenler arasındadırlar. 6 haftanın sonunda kısa bir şekilde Fenerbahçe gözlemimi yazayım. Kim olarak mı? 15 küsur yıldır haftada 7*24 bu takımı takip etmiş biri olarak.

Baştan rica edeyim... Her türlü eleştiri ve fikrinize açığım. Hem de tüm saygımla... Ama 'Sen zaten şöylesin, şunun adamısın, o nedenle şunu bunu yazıyorsun' sığlığıyla yaklaşım ihtimaliniz varsa, ne olur okumayın. Kendinizi sinir, beni de meşgul etmeyin...

6 haftada gelinen nokta açıkcası beni hem puan, hem de futbol açısından oldukça şaşırttı.

Puan hesabına bakarsak... Gaziantep ve Kayseri gibi zor gözüken 2 deplasmanın yanı sıra yine Mersin deplasmanı ve İst. Belediyesi maçlarını içeren bu dilimde 16 puanun çok ciddi bir başarı olduğu kanısındayım. Geçilen her kayıpsız hafta derbi dönemlerinde Fenerbahçe'ye gerekirse bir beraberlik lüksü tanıyacaktır. Bana göre en büyük avantaj Kayserispor ve Gaziantepspor'un sezona çok kötü bir giriş yapmaları oldu ki bu da 2 maçta 6 puan getirdi. Geçmiş yıllarda bu 2 deplasman her zaman sıkıntı yaratırken bu sezon bu başarıyla geçildi.

Beğenir beğenmezsiniz bilmem ama Aykut Kocaman için her zaman söylediğim bir tespitim oldu: F.Bahçe iyi de oynasa kötü de oynasa Kocaman döneminde öncelikle kazanma alışkanlığını öğrendi. Şimdi de bu başarıyla sürüyor.

Bu 6 haftalık süreçte beni düşkırıklığına uğratan, sahadaki beklediğim hırsta futbolu görememek oldu. Yaşanan şike kaosunun hırsıyla ben Fenerbahçe'den çok farklı galibiyetler bekledim. Evet, futbolda elbette bazı şeyler kolay olmaz, maçlar kolay kazanılmaz. Ama yaşanan o süreçte futbolcuların hırsını, geçen yıl kazanılan şampiyonluğa sahip çıkılış tarzını görünce anormal skorlu galibiyetler olacak diye tahmin ettim. Mesela ilk Ordu maçında o hırsın büyük bir fark yaratacağı kanısındaydım. Ayrıca yılladır oturtulan sistemin, aynı hocayla devam etmenin büyük avantajlar getirmesi lazımdı. Santos ve Lugano'nun ayrılışı belki bir sıkıntı. Ancak defansif anlamdaki bu 2 kayıp takımın hücum gücünü etkilememeli. Niang dersek yerine gelen Bienvenue seçeneği var. Hiç oynamamış Emenike ile oynayamamış Guiza'nın ayrılıkları çok etkili olmasa gerek.

Fenerbahçe'den, daha doğrusu Aykut Kocaman'dan bir beklentim de takımın oyun sisteminde artık daha bir zenginlik kazanması. Sürekli aynı mentaliteyi izler gibiyiz. Olacak değişikliklerde herkesin tahmin oranı yüzde 70-80 gibi.

Ve maalesef maçlar sırasında sürekli en büyük umut sürekli Alex oluyor. Alex'in fubolculuğuyla birlikte adamlığına, insanlığına, profesyonelliğine bir şey söyleyen muhtemelen taş kesilir. Geçen yıl küstürülme noktasına getirilmesine karşın bir futbolcu savaşını, mücadelesini sürdürüyorsa bu Alex'tir. Alex'in onla bunla karşılaştırılmasından nefret ediyorum. Her büyük futbolcunun özelliği kendinedir, farklıdır. Ancak: Geçen yıl bu Alex zaman zaman oynatılmazken istenmeyen adam noktasına taşınır olmuştu. Kaldı, şampiyonlukta büyük rol oynadı. Ve... Ve Fenerbahçe'yi bırakmadı. İşte bunu kim yapardı, bence konuşulması gereken bu. Onun bu duruşunu kim sergilerdi?

Maçlar yine yoğunlukta Alex'in inisyatifinde. Bundan bir an önce kurtulmamız lazım. Onca yıllık gözlemimdir ki Fenerbahçe'de sıkıntının başladığı anlarda tüm futbolcular sahada umudu Alex'e bağlar. Bu hastalıktan kurtulmak şart. Kurtulunursa, Alex'in katkısı, rahatlığa orantılı daha da artar.

Az önce şike kaosu sonrası futbolculardan daha hırslı bir tavır beklediğimi söylemiştim. Bu noktada ısrarlıyım. Gole, başarıya doymayan, rakibini deli gibi boğan bir Fenerbahçe bekliyorum. Yaşananlar büyük sıkıntı kuşkusuz. Bu her futbolcuya doping etkisi yapmalı. Ama bazı isimlerde üzülerek bunu göremiyorum.

Bir de anlamadığım Stoch'un durumu. Tamam, Mersin maçında ciddi kötüydü, çok fırsat harcadı. Ancak geçen yıl şampiyonlukta bu kadar etkili olduktan sonra bu sezona beklemedik bir başlangıç yaptı. Kulübeye çakıldı. Fortma bulamadı. Adeta ayarı bozuldu. Şimdi bu ayarsızlıkla oynuyor. Bence daha çok şans verilmeliydi. Yetenekli, istekli, güçlü bir oyuncu. Yaşı itibarıyla da fazlasıyla yatırım yapılacak bir isim. Ama bir küserse yazık olur. O çizgide dolaştığını da duyuyorum ve üzülüyorum.

Bundan sonrası için tahminim... Mutlaka bir bocalama dönemi olacaktır. Yeterince avantajla böyle bir döneme girilecek gibi. Puan kayıpsız gidişat çok büyük avantaj. Mantıklı düşünülürse bu elbette böyle gitmez. Fenerbahçe taraftarı geçmiş yıllarda kötü süreçlerde takımına sahip çıkmayı fazlasıyla öğrenmişti. Yine öyle olacaktır. Taraftar yoğunluğunu saha içine verdiği sürece 12. adamdır ki bu giderek artıyor Fenerbahçe'de. Beşiktaş maçını kenara koyarsak G.Birliği deplasmanına kadar olan süreç puan kayıpsız bitirilebilir. Özellikle ilk yarının son 4 haftası zor gözüküyor. Ancak geçtiğimiz yıllarda Fenerbahçe puan kayıplarının büyük çoğunluğunu küme düşen takımlara karşı yaşarken derbilerde hep bir adım öndeydi. Bu özellik sürdürülürse ilk yarı bitimince ciddi bir puanla lider olunması içten değil.

6 haftanın bitiminde aklıma gelen böyle bir tablo oldu... Bilmem siz ne dersiniz... :)

14 Ekim 2011 Cuma

İstanbul'u Bilmek ve Sevmek

İstanbul... Herkesin dilinde... Bugün de, dün de, 10 yıl önce de, 20 yıl önce de, çok daha önce de...
Herkesin sürekli, ısrarla hayranlığını dillendirdiği, içinde yaşamaktan duyduğu onuru, gururu ifade ettiği bir şehir İstanbul. Sosyal paylaşım sitelerindeki modalardan biri İstanbul hayranlığını dile getirmek...

Doğma büyüme İstanbul'luyum. Moda'da doğdum, orada yaşıyorum. Ben de İstanbul hayranıyım... Hayranıyım da... Bazı hayranlarını görünce 'Siz İstanbul'un nesini biliyorsunz da hayransınız' demekten kendimi alamıyorum. Kızmaca darılmaca yok...

Gel İstanbul'a. Gör şatafatı. Lüksü, sosyeteyi... Tekdüze eğlenceyi... Yaşamayı... Geçmişini hiç tanıma. Doğal özellikleri dışında bir şeyini yaşama. Sadece dönemin yaşam biçimini gör. Sonra de ki: İstanbul bir başka. İstanbul'u İstanbul yapan öğelerden, kalan doğal güzellikleri dışında hiçbirinin, altını çiziyorum, hiçbirinin bugün varolduğuna inanmıyorum...Sonradan İstanbul'a gelenler bu şehri onlara satmaya çalışanların kandırdığı insanlardan başkası değiller...

Mesela Beyoğlu... Beyoğlu gezmeleri veya geceleri... Dillerden düşmeyen... Ben çocukken böyle değildi. Bir özelliği vardı Beyoğlu'nun. Mesela alışverişe gidilirdi Beyoğlu'na. Dedem götürürdü. Kendine has dükkanları vardı. Bir heves giderdik. Sokaklar böyle hınca hınc değildi. Orası burası küpeli, dövme adı altında baştan aşağı boyanmış tipler yoktu sokaklarda. Arka sokaklar belki karanlıktı ama tercih etmeyenler Beyoğlu'nun elit ana caddesinde dolaşırlardı. Büyüdüm... Önce ailemle, sonra yalnız Beyoğlu'na yemeğe ve 'adam gibi' 2-3 kadeh almak üzere keyfe gittim. Sokakta tinerci yoktu. Ağzına içenlerin dolaştığı, kimsenin birbirine rahatsızlık vermediği görüntüler vardı. Bir de şimdilerdeki gibi g.t g.te değil, adam gibi oturulurdu. Çiçek Pasajı, Asmalı Mescid vardı yine ve bir sakinliği, içme adabı da vardı. Herkes bağırmadan konuşup birbirini duyardı. Masadan adam gibi kalkılırdı, küfelik olmak şart değildi. Şimdi kim, ne kadar güvense de 16-20 yaş arası çocuğunu güvenle Beyoğlu'na arkadaşlarıyla gönderir...

İstanbul'un dolmuşlarını kim hatırlar? 5 veya 8 kişilik Amerikan arabaları. Onlarla Taksim'den Kadıköy'e dönmek keyifti. Ya da Kadıköy – Bostancı arası gidip gelmek. Şart değildi araba, onlar olduktan sonra. Geniş, yaylı koltuklarıyla ayrı bir keyiftiler.

Sosyete mekanlarının paylaştığı Boğaz kenarları... Ne güzel di mi oralarda, ışıklı ortamlarda, sosyetenin içinde binlerce liraya 2-3 şişe bira içmek! Eskiden böyle değildi elbette. Bol bol deniz kenarında yürünürdü. Akşam oldu mu balıkçılar vardı. Yüksek fiyat çektiklerinde 'Burda tuttuğunuz balık bu kadara satılır mı' denip kafa tutulurdu. Alkollü mekanlar vardı ama soygun yoktu. Mesela insanları soymak üzere şartlandırılmış kabadayı tipli 'valet'ler yoktu, kahyalar vardı. Ne versen 'Saol beyim' diyen...
İstanbul'un 50 yerinde içilir, keyif yapılırdı. Mekan adı değildi önemli olan. Rahat edilen yerdi mesele. Hiç ummadığın bir yerde bir ünlü karşına çıkıverirdi. Mesela arkadaşım Eşek şarkısı çıktığında rahmetli Barış Manço bir eşekle Moda'da dolaşır, çocukların gönlünü kazanırdı. Çay behçesinde otururdu. Sohbet ederdi herkesle.

Kalamış'da kayık tutup gezme keyfi vardı. Sirkeci'den balık alınırdı. Yeşilyurt kamp merkeziydi hafta sonları. Kanlıca'ya yoğurt yenmeye cumartesi trafiğinde 30 dakikada gidilirdi o zaman. Çengelköy'de ucuz balık vardı. Gülhane Hayvanat Bahçesi onlarca çeşitli misafiriyle gezme yeriydi, içme değil.

Bunlar sadece benim gördüklerim... Düşünsenize... Ailem, şimdi Bokludere denilen Kurbağalıdere'de yüzermiş... Ben 43 yaşında bunları anlatırken büyüklerimin İstanbul'la ilgili neler anlattıklarını bir düşünün. Sonra bugünün İstanbul'una hayran olun!!! Nesine soruyorum, şu an İstanbul'un nesine hayransınız?

Çok sevdiğim dostlarımın içinde bir ağbim var. Zaman zaman onun teknesiyle dolaşırken İstanbul'u çok seviyorum. Çünkü uzaktan görüyorum. Her köşesi zamanında güzel yaşamlarla süslenmiş bu şehirde artık yaşamak ne kadar saygın, ne kadar keyifli! Ha şunu bilemem: Trafikten, daralmaktan, gürültüden, kazık yemekten, kandırılmaktan, bir hizmete 3-4 katı bedel ödemekten, saygısızlıktan hoşlanıyorsanız onu bilemem. O zaman şunu diyebilirim ki: İstanbul size güzel...

Sahi... Siz bu İstanbul'un nesini seviyorsunuz?

9 Ekim 2011 Pazar

Sonbaharda Pazar

Pazar sabahı 11'de Bonanza oynardı. O saate kadar bitirilen kahvaltının ardından bir keyifle onu izlerdim. Akşam ise Dallas. O aradaki TV programları çok da fazla takip gerektirmezdi. Ya rahmetli Cenk Koray açtığı kutularla hediye dağıtırdı ya da tek kanallı TV'de şarkıları kollardım. Elbette maçlar... Hele Fenerbahçe'nin maçı pazar ise evde geçirdiğimiz o gün daha da keyifli olurdu. Gündüz saatlerinde radyoda dinledikten sonra genelde goller ancak Dallas başlamadan önceki haber bülteninde ilk kez izlenebilirdi. O da yetişirse... Yetişmezse sıkıntı var demekti. Babamdan 'Yatılacak' komutu gelirse gol rüyalarda radyodan dinlenip canlandırılmış konumunu korurdu.
Evde geçirdiğimiz, kışın ilk günlerinin genel pazar görüntüsü buydu. Biraz daha küçükken izin verilirse salonun tekli koltuklarını ters çevirip üstlerine geçirdiğim çarşafla çadır yapar ve günü içinde geçirirdim. Elbette çadırımın ağzı TV'ye dönüktü. Yemek, ders, oyun... Hepsini içinde yapardım.

Bir de mutlaka babamla Moda'dan Kadıköy çarşısına yürürdük. Bahariye üzerinden... Bahariye'de bir ben doğmadan önce tramvay varmış, bir de şimdilerde... O dönem Bahariye'den Altıyol'a kocaman dolmuşlar akardı. Onların arasında yürümek çok keyifliydi. Sırasıyla Süreyya, Ocak ve Kadıköy sinemalarının önünden geçerken büyüyüp de tek başıma, arkadaşlarımla sinemeya gideceğim günlerin düşünü kurardım.
Artık Süreyya sineması yok, yerine ayda 4-5 gece misafir ağırlayan opera salonu var. Ocak sineması kalmadı. Kadıköy sineması cebelleşiyor... Oralarda tarih yatardı. Şimdiler face'de, twitter'da yeni tarihleri takip eder oldum. 'X cinema centerda film keyfi' Onlar yazınca öğreniyorum ne nerede oynuyor sanki! Harbi şu 'keyif' lafına fena hastayım. Keyiflerinizi bizi kıvrandırıyor. Neredesiniz, ne yiyorsunuz.. Çok merak ediyoruz. Yazın ki bilelim. Sonra yaşamlarımız içimize sinmiyor. Nereye gittiniz veya ne yiyorsunuz... Ne keyfi yapıyorsunuz... Bu merakları giderin.. :) Yazmayınları hor görün... Bizler bir bok yemiyoruz... Sürünüyoruz... Perişanız... :)

Bir gün değişiklik yapın. Yaptığınız keyfin farkını belirtin. Mesela Boğaz'ı farklı bir açıdan mı gördünüz? Yediğiniz yer çok mu ekonomik? Balığı pişirirken mesela derisini parçalamayacak kadar iyi mi pişiren yer buldunuz? Yüzdüğünüz suda yunuslar mı dolaşıyor? İçtiğiniz rakının anasonu mu farklı? Gittiğiniz 'cafe'nin kahvesi Yemen'den mi geliyor?

Herkesin zaman zaman yaptığı şeyleri twitter'da, face'da yazmanın anlamını çözebilen varsa beni aydınlatsın... Sevinirim...Böylece o yazılanlar benim gözümde görgüsüzlükten çıksın... Bana göre hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz...

Neyse... Maziyi anımsamaya devam edelim. Altıyol'dan babamla çarşıya yönelirdik. Hala pek fazla bir özelliğini yitirmeyen Kadıköy çarşısına. Çok da iddiaılı olacak ama dünyada eşi benzeri olmayan tek çarşı benim için... Hep yaşayan... Capcanlı... Sebze... Et... Balık.. Bunları geçin... Yumurta bile alırken alışveriş keyfini tek hissedeceğiniz yerdir Kadıköy çarşısı. Babam dönemindekiler fikr-i sabittiler. Nereden ne alınacağını baştan ezbere bilirdim. Çarşının şimdilerde tek farkı sokaklara yayılan meyhaneleri. Biraz da Beyoğlu özentisi bir tablo oluşmuş olsa da renkli oldukları kanısındayım.

Çarşıda balık meyhanesi keyfi!!! Nasıl? :):):):) Hem keyif yaptığımı, hem de balık yediğimi belirtmiş olur muyum? :) En kısa zamanda....

Sonra ufaktan Moda'ya dönüş. Ve pazara evde devam. Hele de annem çadırımı yıkmadıysa benim keyfim yatana kadar sürecek demekti.

Nerden mi aklıma geldi bunlar... Uzun aradan sonra fiili olarak pazarı benzer geçirdim. Arada elbette farklılıklar oldu... TV'de kanallar arası dolaşabildim mesela. Kızım çadır kuracak yaşa henüz gelmedi, oyun parkında idare... Eşim dinlenme konumundaydı... Neler yedik neler...İnanamazsınız...:):) Twitter'da yazacam onları :):):) Yürüşümüz sırasında sanki rahmetli babam bir köşeden eşimle karşıma çıkacak gibiydi...

Değişmiyor buralar... Hayatlar... Kışa girişi hissettiren hafif yağmurlu, hüzünlü pazarlar...

30 yıl önce de böyle bir pazar kışa girmiştik.. 9 Ekim 2011 pazar günü de...

Tek eksik yitirdiklerimiz... Onları anımsamak teselli oluyor...

Hayatın tadını çıkarmaya devam etmek lazım.. Ona buna nispet etmekle değil... Kendimize yaşamakla..

8 Ekim 2011 Cumartesi

Memleket Kazığı Bitmez

Herborn'dan aklımda kalanlarla, izlenimlerimle devam ediyorum...

Yeni bir ülkeye, şehire gittiğimde otellerde kalmaktan ziyade oraya bir şekilde monte olmak ve oradakilerle yaşamak her zaman daha anlamlı gelir. Bulunduğunuz yeri daha iyi tanırsınız. Uzaktan baktığınız evlerin içindeki yaşamı görmek size yeni bir kültürü yaşattırır...

Herborn'da, ordakilerin kucak açmasıyla ben de sanki yılların oralısı gibi geçirdim günlerimi. Çok da keyif vericiydi. Çeşitli sohbetlerin içinde yer aldım. Ve bu arada ister istemez ora-bura karşılaştırması yapıp durdum... Tamamen masumane bir şekilde...

Avrupa'daki insanların çalışma düzeni malum. Mesai 8 saat ise budur. Devamı yoktur. Bizlerle kıyaslanamaz çalışma rahatlığı. Kazanılan para en değerli şekilde harcanır. Herşeyi en iyi şekilde yaşamaya çalışırken kesinlikle 'kazık' yememeye, 'keriz' yerine konmamaya önem gösterilir.

Bir örnek... Ben ordayken yakında çıkacak olan iPhone'un ABD fiyatı açıklandı. Yanlış hatırlamıyorsam 300, 400 ve 500 dolar olmak üzere 3 ayrı fiyattan satılacakmış. İphone'cular (bu arada Almanya'da telefona çok meraklı olunduğunu kabul etmeleri gerek) Almanya fiyatlarının 600 euronun üzerine çıkmayacağını konuştular. Şu an Türkiye'de 2200 lira civarında satılan iPhone'ların da 500 euroya alınabileceğini söylediler.

Türkiye'ye geldim. Süregelen iPhone çılgınlığı sırasında bir gazete haberinde yeni çıkacak modelin fiyatının 2300 lira olmasının tahmin edildiği yazıyordu.

Buyrun... Kıyaslayın... Ve muhtemelen de meraklısı iseniz yurt dışından getirmenin çarelerini arayın... Ama niye? Kendi memleketinde bu kadar kazık yemenin anlamı ne? Markaya, gösterişe bu kadar meraklı olmanın temelindeki hata ne?

Yine bir yerlerde okudum... Milli takım futbolcularının hepsinin Louis Vuitton marka çantalarla dolaşması dikkat çekmiş... Birer örnek... Prototip yürüyüşler stat çıkışında. Sanki bu marka milli takım sponsoru gibi.. Bu nasıl bir taklitçiliktir, özentidir...

Biz bu kadar açgözlü, özenti olunca biraz fazla kazıklanmıyor muyuz memlekette?

Almanya'da yok mu marka sevdası? Mutlaka var... Ama 'Ne olursa olsun kazıklanırım' mantığı yok. Bu durumda tüm firmalar da dengeli gidiyor mecburen...

Millet olarak tepki gösterme özürlüsü olduğumuz düşünürüm. En büyük tepkiyi kavga ederek gösteririz. Vur, kır, parçala... Oysa biraz daha mantıklı, sağduyulu yaşasak ve tepkimizi de ona orantılı versek... Bizlerin de hayatı biraz daha kolaylaşmaz mı?

Sahi... ABD'ye giden olursa siparişim olabilir ;) :):)



6 Ekim 2011 Perşembe

Hoşgeldin Toygar...

İnsanların aileleri vardır... Eşleri, çocukları, anaları, babaları, kuzenleri, yeğenleri.... Canlarıdır onlar.... Beraber hayatı sürdürdükleri...

Bir de arkadaşları vardır insanların. Sınıf sınıftır. Büyük küçük. Bazıları arkadaştan ötedir. Kardeşleridir, abileridir, ablalarıdır. Bu açıdan kendimi hep çok şanslı hissetmişimdir. İstanbul'da, Ankara'da... Bir çok yerde böyle kardeşlerim var ne mutlu ki... Onlardan bir tanesi de Almanya'da. Hep 'Kardeşim olsa böyle olurdu' derim onun için...

Sağolsun, geçen hafta oğlunun sünneti için bizi davet etti Herborn'a. Frankfurt – Köln arası küçük ve şirin bir Alman kasabası. İş durumum olmadığı için yalnız ben gittim. 5 günlük bir ziyaret oldu benim için. Biraz da kendimle yalnız kalmak istiyordum, güzel bir sebep oldu benim için.

5 gün geçirdim Herborn'da. Frankfurt, Köln ziyaretleri derken kelimenin tam anlamıyla bir hava değişikliği yaşadım. Bir anı olsun diye de bunları yazmak istedim...

Almanya... Yani 2. vatan. Ve oradaki Türkler. Farklı bir dünya onların ki. Herborn'da çok sayıda Sivaslı'lı var. Uşak'ın bir ilçesi Sivaslı. Ve oradan yurtdışı tercihini yapanlar Herborn'u ikamet olarak seçmişler. Kaldığım süre içinde bana gösterdikleri sıcaklık unutulacak gibi değildi.

Farklı bir dünyaları var. Aslında düşününce bizden çok daha kolay yaşıyorlar hayatı. Bunun farkındalar. Ama yine de çoğunun gönlünden Türkiye'de yaşamak geçiyor. Hayat şartları onları oraya endekslemiş. Sünnet töreni için düzenlenen gece belki de Türkiye'deki benzer gecelerden çok sıcaktı. Bunun tek nedeni orada yaşarken birbirlerine kenetlenmeleri. 'Dost' olarak gördükleri herkese el uzatmada sınır tanımıyorlar. Çünkü onlar, bir dünya içinde kendi dünyalarını yaşadıklarının farkındalar ve bunu en iyi şekilde yapabilmek için tüm gayreti gösteriyorlar.

Erkek dünyasına adım atan Toygar gecenin kahramanıydı. Toygar için herkes elele vermişti. Sıcacık, Türkiye kokan bir geceyle Toygar'cığın erkekliğe adımını gerçekleştirdiler. Memleketten gelen biri olarak hiç yalnız kalmadım. Rahat etmem için 5 gün boyunca bana gösterilen ilgi gerçekten çok kez beni mahçup etti. Hep düşündüm: Acaba bizler ülkemizde yaşarken oradakilerin maneviyatına ne kadar önem veriyoruz? Tatilde gördiüğümüz gurbetçiler 'yalnızca gurbetçi mi?'

Değil! Onlar bizim parçamız. Muhabirlik yıllarım boyunca hiç bilmediğimiz yerlerde bize el uzatan hep vatandaşlarımız oldu. Normal karşılanabilir. Ama bir Avrupalının anlam veremediği sıcaklığı onlardan görmek bana göre oradaki Türklerin ne kadar Avrupalılaşsalar da bizden olduklarını gösterdi.

Burada kimi ne kadar sevindirebilirsiniz? Ama gurbetteki birine Türkiye'den 2 çift söz o kadar mutluluk verici ki. Bir anı, ortak bilinen bir yer veya küçücük bir hediye... Onları öyle bir noktaya taşıyor ki... Anlatmak zor. Yaşamak lazım.

İçinizden Avrupa'ya gidenler oluyordur. Oradaki Türklere farklı yaklaşın. Basit 2 cümle onların gönlünü mutlu etmeye o kadar çok yetiyor ki... Belki biraz iddialı olacak ama bizlerin memleketimizde yaşarken yitirmeye başladığımız bir çok değerimize onlar oralarda fazlasıyla sahip çıkıyorlar. Elbette bunun tersi olanlar var ama ben karşı çıkan olsa da genelde böyle olduğunu düşünüyorum.

Herborn küçük bir kasaba dediğim gibi. Aslında girişine çok rahatlıkla 'Sivaslı' tabelası da asılabilir. Mahallenizdekilerden kaç kişiyi tanıyorsunuz bilemem ama oradaki Türklerin hepsi birbirini tanıyor Derdini biliyor. Mutluluğunu – mutsuzluğunu paylaşıyor.

Neden yazdım bunları? Avrupa'da yaşayan vatandaşlarımıza bir bakış açısı olsun diye düşündüm.

Orda kaldığım sürece yanımda sürekli kendini hissettiren dostlarım... İlhan abi, Mehmet, Adnan, Burç ve diğerleri... Sağolun ve bu birlikteliğiniz bozmayın. Birbirinize her zaman böyle sıkı sıkı sarılın. Yüzünüz burdakilerden daha fazla gülüyor. Hep de gülsün isterim..

Toygarcık... Aramıza hoş geldin. Yakışıklı gecende yakışıklı bir prens gibiydin.

Akilecik... Hiç tartışmasız gecenin prensesi sendin. Hele o kolbastını bir ömür unutmayacağım...

Ve Danacı ailesi... Aysun ve Musti'm... Size ne desem boş. O yoğun temponuzda bana bir kez daha yüreğinizi açtınız. Sağolun varolun... Dilerim Akile'nin de Toygar'ın da en güzel günlerini yine beraber yaşarız...

Musti... Sana bir şeyler daha yazayım diyorum ama... Kelime bulamıyorum... Fenerbahçe ile başlayan kardeşliğimiz kaç yılda nerelere geldi... Seni ifade edemem. İyi ki varsın...

Sanırım önümüzdeki günlerde Herborn sonrası aklımda kalanlara devam ederim...

Şimdilik oraya kucak dolusu sevgiler gönderiyorum bir kez daha...