30 Aralık 2014 Salı

Geçmiş olsun...

Bu yıl da medyadaki birçok isim için son derece tatsız geçti… Mesleki zevkin zaten sona erdiği, sadece geçmişten gelen alışkanlıkla geçim kapısı haline bir meslek oldu gazetecilik…
Birçok isme üzülürken yılın bu son günlerinde yine ‘tenkisat’ adı altında, yalandan ‘ekonomik sıkıntı’ gerekçesine dayandırılarak işten çıkarılan çok sayıda isim okuduk medya sitelerinde…
Tam yeni yıl öncesinde başlarına gelen bu sıkıntı nedeniyle herkese geçmiş olsun… Dilerim en kısa sürede yine mesleklerinin bir yerinde kendilerini bulurlar…
Bu arada dikkatimi çekiyor… İşten çıkarılmalarda 2 tür çalışan var… Ya 16-17 yaşlarından beri, eğitimin fazla gerekli olmadığı yıllarda bu mesleğin tozunu sindirerek yaşamlarını bu işe adayanlar… Ya da son yıllarda çeşitli İletişim Bilimleri Fakültelerinden mezun olanlar…
Geriye ne kaldı derseniz… Hani böyle belli bir yaşta bu mesleğe tesadüfen bulaşanlar vardır… Onlar oldukları yerdeler… Bir ortak noktayla: Bir beyefendiye veya gruba yakın olmaları…
Özellikle ekranlarda yüzlerini yerleştirenlere bakıyorum da… Hayatlarında kaç idman izlemişler… Kaç maça gitmişler… Kaç spor haberleri var… Ama bir yandan kimleri tanıyorlar… Ve sporumuza katkıları…!!!
Benim alanım spor muhabirliğiydi… Zaten okul eğitimi almış olanlar çok azdık, iyice azaldık. Artık mesleğin ustalarını da yolluyorlar. Bakıyorsunuz, en ufak bir geçmişi, bir eğitimi, bir tecrübesi olmayan, hiç ortada gözükmemiş isimler gazetelerde, ekranlarda…
Sonra gazetecilik ölüyormuş…  Ne bekliyordunuz?
Benim çıkarılma şeklimi biliyorsunuz… Serhat Albayrak isimli şahsın bir komutuyla meslek hayatım noktalanıverdi… Sonrasında da kimse kapı açamadı bana… Çünkü bu meslekte tuhaf bir ilişki girdabı oluştu… Domino taşları misali, tepelerde herkes birbirine yaslanmış durumda… ‘Aman başıma bir iş gelmesin’ modunda herkes…
Bugünün patronları, müdürleri gün gelecek nasıl ‘Biz gazetecilik yaptık’ diyebilecekler, merak ediyorum… Örneğin hakkımı asla helal etmediğim Serhat Albayrak ve ekibi… Koskoca bir gazeteyi nasıl bir bülten haline getirdiler…
Sonuçta… Koskoca bir mesleğe yazık edilirken yeni yıla son dakika sürpriziyle giren arkadaşlarıma tekrar geçmiş olsun diyorum…
Her geçen yılın giderek daha da yaşamı keyifsiz hale getirdiği bir kuşağın bireyleri olduk…
Hani derler ya… Elinizde sihirli sopa olsa diye…
İsterdim ki..
Birileri de şu medya dünyamıza dalsa… Komple tüm patronlara ‘özverili’ hizmetlerinden ötürü teşekkür edip değil medyada görev almak, gazete okuma yasağı getirse… Yeni ve tam bağımsız, tam objektif isimlerle gazeteler, TV’ler kursalar… Hadi çoğulunu geçtim… 2015’de ‘1’ tane öyle gazete kurulsa…. Kurulsa da umutlansak…

Yeni yılda kimsenin iş hayatında hak etmediği tecrübeler yaşamaması dileğiyle…

7 Aralık 2014 Pazar

Kaptanın uzaklardaki vedası



Aile sıcaklığı içinde bir pazar sabahı… Kahvaltı sonrası gazetelere göz atış… Ve bir futbolsever olarak akşam maçlarını bekleyiş…
Gazetelerde bir haber… ‘Alex bugün futbola veda ediyor’
Aklıma onlarca Fenerbahçe maçı geliveriyor. Yıllarca sabahtan maçları düşünürken ‘Neyse ki Alex var, bugünü de halleder’ dediğim…
Dün Fenerbahçe Balıkesirspor’u 1-0 yendi. Rezil bir futbol. Aynı rezillikte gelen tek gol. Ve akıllarda kalan koca bir ‘hiç’…
Yüzlerce maç oynadı Alex Fenerbahçe’de… En kötü maçta bile şık bir gole imza atıp o maçın bir anısını kazıdı belleklere…
Alex’li yıllarda faal bir gazeteciydim. Alex varken onlarca yıldız geldi geçti. Ve onlarca da dedikodu…
‘Onla geçinemedi, bunun kuyusunu kazdı’…
Van Hooijdonk söylentileri bir örnekti… Şu an ikisinin birbirine yaklaşımlarına bir bakın…
Hadi günün anısına dile getirmediğim bir anımı anlatayım…
Malum Anelka ile aram iyiydi. Bir gece Beykoz’daki evindeyiz. O dönem Brezilyalılarla sorun yaşadığı söyleniyordu. Doğruydu da… Gerçekten ‘Bir takımda 1 Brezilyalı iyi, 2 kötü, 3 tane kaçmayı gerektirir’ diyenlerdendi. Pek futbol konuşmazdı ama o gece dert yanıyordu, özellikle Brezilyalılardan… Alex’e konu geldi. ‘O farklı. Herhalde öz Brezilyalı değil. Takımda sessiz sedasız hep denge kurma peşinde’ demişti.
Dile gelmiş – gelmemiş onca futbolcu sıkıntısına şahit oldum. Krizler, yönetici – futbolcu – taraftar – medya gibi köşeler arası gerginlikler…
Alex bunların hiçbirinde yoktu. Olsa bile çözüm arayan taraftı. Bir kriz yaşadı en sonunda, o da kendisine yakışır büyüklükte oldu… Ve kendine yakışır sonlandırdı… Arkada onlarca sevenini bıraktı… Bir de Fenerbahçe sevgisini… Ve en önemlisi son aktif maçını Kadıköy’de oynama arzusunu… Ama o dönem yakışan gitmesiydi onun adına… Ardında bir tane şaibeli olay, maç, hareket bırakmadan…
Neymiş tweet atmış, bacak bacak üzereyken… Bir de parasını sormuş… Falan filan… Sormuştur, belki de bacak bacak üstüne atmışken… Ona o da yakışırdı, kimlerin Fenerbahçe sıfatını, kimliğini, formasını nasıl kullandığını gördükten sonra…
Bugünün Fenerbahçe’sini izlemeye giderken, yıllarca izlediğimiz Alex’i en sıradan maç öncesi bile merakla beklediğimiz kadar beklediğiniz bir oyuncu var mı, bir düşünün… O gittiğinden beri artık maçlara bir adım önde başlamıyoruz…
Hakkında neler dendi, yazıldı, etti… O sustu… Susacaktır da…
Alex gibi isimler çok iyi bilir ki tarih herkesi zamanla hak ettiği yere koyar…
Sanmasınlar ki Fenerbahçe için Alex defteri kapandı… Alex bir gün mutlaka Fenerbahçe’ye geri gelecek… Gittiğinden beri yaşananlar net bir şekilde ortaya koydu ki Fenerbahçe’nin Alex gibi karakterlere ihtiyacı var…
Taraftarına söven, onla kavga eden, rakipleriyle uzlaşmak yerine zıtlaşmayı prensip edinenlere değil…
Alex’in Fenerbahçe’ye karşı başı hep dik oldu… Gerçek Fenerbahçe’linin ise boynu bükük…
Yılların kaptanının gönderiliş sürecini hatırladıkça… İçim acıyor…
Bugün kıtalar ötesinde futbolculuk yaşamına nokta koyacak Alex… Şartlarım uygun olsa gitmeyi çok isterdim… Daha da çok istediğim, Fenerbahçe kulübünün orada, efsane kaptanının son maçında yakışır bir şekilde temsil edilmesi olurdu…
Eminim ki bu gece orada sürpriz Alex dostları belirecektir…
Bugün statın oradaki heykelinin önünden geçenlerin yürekleri sızlayacaktır…
Alex gibi bir isim Fenerbahçe’de veda etmeliydi…
Ama o birilerinin işaretleme çalışmaları sonrası Fenerbahçe hainlerinden biriymişcesine ülkesine gönderildi…
Zamanında bunu yemeyenler çoktu…
Şimdilerde ise bu sayı giderek artıyor…
Kimse kimsenin ne kadar Fenerbahçeli olduğunu kıyaslayamaz… Eğer böyle bir kıyaslama olsaydı Alex en büyük Fenerbahçelilerden biri olurdu…
Neymiş, emeğinin karşılığını fazlasıyla kazanmış… Yok kazanmasaydı bari!
Kimler ne haram paralar kazandı Fenerbahçe’de… Kimler Fenerbahçe kimliğiyle ülkenin en tanınmışı olup servetlerine servet kattılar, bir düşünün…
Ve bir de Alex’in ortaya koyduğu portreye bakın… Bir Brezilyalının nasıl Fenerbahçe asiline dönüştüğü zaman dilimine…
Önemli olan Fenerbahçeli olmak değildir… Fenerbahçeli gibi yaşamaktır esas olan…
Alex böyle yaşadı Fenerbahçe’de…
En kısa sürede onu bir daha Kadıköy’de görebilmek dileği hep içimde…
Dilerim bugünkü Coritiba – Bahia maçının bitiş düdüğünden sonra onun adına içinde bol Fenerbahçe olan başarılı bir dönem başlar…
Aklımda bir şarkının sözleri…
‘Böyle mi sona erecekti… Böyle parça parça mı olacaktık… Bu kadar yalan mı yaşandı her şey… Hem sana hem bana yazık…’
Rahmetli babam uzakyol kaptanıydı… Denizciler kendi aralarında tecrübeli, iyi, saygıdeğer kaptanlara ‘efendi kaptan’ derler…
Alex de yeşil sahaların efendi kaptanıydı…
Görüşmek üzere efendi kaptan… Sana yakıştığı şekilde…

Ve biliyorsun ki sana edenler de hak ettiklerini yaşayacaklar… Sen bunu dilemesen de…

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Artık örnek başkan yok...

Futbolu sevmenin yanı sıra aklımın ermeye başladığı yıllardı. Maçtan maça koşuyordum. Elbette önemli olan şampiyonluklar görmekti, ezeli rakipleri yenmekti. Ancak o ilk yıllarımda bir Beşiktaş gerçeği vardı… Herkesin aşmakta zorlandığı, çoğu zaman da aşamadığı. Beşiktaş’ın efsane dönemiydi. Zaten o yıllarda sporda nefret diye bir şey yoktu ama Beşiktaş’a  aynı zamanda kimse de kızamıyordu. Kolej takımıydı, efsane kadroydu 80’lerde, 90’larda Siyah Beyazlılar… Ve tepelerinde bir isim vardı, bir abide… Süleyman Seba…
Dönemin olanaklarıyla Seba döneminin olanaklarını karşılaştıran bu işten anlamıyor demektir. O dönem saha dışında da Beşiktaş’ı büyüten hamleleri yapıp kulübünü her yönden zenginleştiriyordu Süleyman Seba. Kıskanmamak elde değildi o zamanlar. Ama o adamı sevmemek de…
Tuhaf tontonlukta biriydi. Benim kuşağımda kim olursa olsun, Beşiktaş dışında başka bir takımı tutanlar, kendi takımları olmaması durumunda Beşiktaş’ı onun yüzünden seçmeye hazırdı. Ben dahil. Fenerbahçe olmasa ben de Beşiktaşlı olurdum rahatlıkla… Süleyman Seba döneminde büyüdüğüm için…
Onu da kaybettik… Türk futbolu bana göre yaşayan son örnek insanını kaybetti. Bundan sonra da böyle bir isim görmek çok zor olacak…
Şanssız bir insanmış Süleyman Seba ki yaşamının son yıllarında futbolumuzun içine düştüğü iğrenç durumu gördü. Kendisi bir yönetici profili çizmişken bir de son yılların yönetici profilini izledi. Kahrolmuştur… Efendiliğinden susmuştur…
Şimdi cenazesi tıklım tıklım olacaktır…
Hani şöyle bir düzenek olsa… Futbol dünyasından haketmeyenleri saptayıp cenazeye almayacak bir düzenek… Sizce kaç kişi girebilirdi cenazesine?
Kaç kişi acaba onu anlayarak futbol dünyasında yer aldı?
Kaç kişi ne kadar hizmet ederse etsin, rahmetli olduğunda Süleymen Seba gibi, arkasından ülkenin tümünün ağlayacağına inanır?
Kaç kişi Seba’dan bir nebze insanlık, efendilik ve idarecilik, bir de dostluk örnekleri almayı düşünüyor şu an?
Kusura bakmasın Süleyman Seba… Sanırım 14 yıl Türkiye’nin en önde kulüplerinden birinde örnek başkanlık yaptı ama kimseye örnek olmayı başaramadı. Çünkü sonrasında insanların hedefi şaştı, hırsı şaştı… ‘İkincilik de neymiş’ derken maddi çıkarlar ön planda yer almaya başladı. ‘Benim kulübümü sevmeyen ölsün’ diyenler oldu sporumuzda. Hırsı uğruna kulübünü kaosa sürükleyenler… Neler neler oldu yıllardır.
Ama bir Süleyman Seba çıkmadı… Artık çıkmaz da…
Beşiktaşlılar da düşünsün. Zamanında Beşiktaş tesisleşmede öncüydü, hem de o dönem şartlarında. Bıraktı. Sonra Beşiktaş hem sahada, hem de dışında hep geri plana düştü… Kimse kusura bakmasın… Seba son derece onurlu bir şekilde gittikten sonra Beşiktaş bir daha o Beşiktaş’ın yanına bile yaklaşamadı…
Seba gitsin bile dendi… Gitti… Ama Ahmet’ler Mehmet’ler hiçbir işe yaramadı sonrasında…
Gidişi de örnekti… Kendince kulübüne zarar verdiği anda gitmeyi de bildi… Ve öncelikle bu nedenden ötürü hep ‘Büyük Başkan’ kaldı, öyle de kalacak…
Gerçekten… Onun yüzüne bakmaktan utanacaklar… Cuma şöyle bir etrafınıza bakın… Gün geldiğinde onların da yüzüne bakmaktan utanmamak için… Süleyman Seba’yı bir kez daha içinizde tartın…
Sporumuz artık örnek insansız kaldı… Böyle de yaşamayı öğrenmeliyiz…

Başımız sağolsun…

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Etti 3 yıl...

5 Ağustos 2011’di… 19 yılı aşkın emek verdiğim mesleğimin, gazeteciliğimin en kara günü… 9 yılı aşkın çatısı altında çalıştığım Sabah gazetesi ile o gün yollarım ayrılmıştı. 20 günü aşkın bir kabus sonrası binadan çıkarken içimde en azından o kaostan kurtuluyor olmanın rahatlığı vardı. Ama bir yandan da nereye savrulduğumun bilinciyle hissettiğim o tarifi zor sızı…
Alnımın akıyla yaptığım işim, ekmeğim, bir kişinin buyruğuyla elimden alınmıştı. Hatam olsa neyse de bir hiç uğruna tüm düzenim, hayatım allak bullak edilmişti.
O günler etrafım çok kalabalıktı… ‘Yanındayız, sana iş yok mu, senin gibi birine bu yapılmamalıydı’ tarzında her türlü destek dile getiriliyordu…
Tam 3 yılı tamamladım… Anlatmakla bitiremeyeceğim ve değil yaşamak, asla hatırlamak istemeyeceğim 3 koca yıl…
Varmış yazgıda, yaşıyorum…
Fenerbahçe muhabirliği yapıyordum. Sevenim, sevmeyenim vardı. Yüzüme karşı olmasa da arkamdan konuşanın da çok olduğunu biliyordum. Açıkcası zaman zaman ayırmakta zorlanıyordum. Gazetecilik öyledir. Çok pohpohlanırsınız. Biraz iyi niyetliyseniz, yüksekten uçmak o kadar kolaydır ki… Mutlaka benim de uçtuğum dönemler olmuştur ama açıkcası ayaklarımı hep sağlam basmaya çalışırken dost edinmekti ilkem…
Şimdi bakıyorum etrafıma… Kalmış dostlarımla mutluyum. Burada tek tek isim vermek doğru olmaz. 1-2 ismi unuturum. Bu da beni çok üzer…
Hakkımda öyle ya da böyle zamanında konuşan herkes bugün durum değerlendirmesi yapsın. Kalben rahat olanlar zaten yanımda.
Çok garip şeyler yaşadım bu süreçte. Müdürler, patronlar vardı çalıştığım dönemde, ‘Deniz çok iyi muhabir’ derlerdi. Nedense sonra onların mesleklerinde açıkta kalmış birilerine karşın en ufak bir çabalarını görmedim. Açık konuşmak gerekirse… Değiştirmediğim, inandığım bir habercilik tarzım vardı. Beni de pek yanıltmadı bu tarzım. Ama Fenerbahçe’de birilerinin işine gelmediğinden hep yıpratılmaya çalışıldım. Sağolsun, çalıştığım 4 müdürüm bana inandıkları ve haklı olduğumu bildikleri için hep bana sahip çıktılar. Ama işsizlik sürecimde bana el uzatan kimse şimdilik çıkmadı. Çünkü benle çalışmak demek bazılarını karşılarına almalarını gerektirirdi ki buna ne gerek vardı! O zaman bana niye zamanında uzaktan iltifatlarda bulundular, asla çözemedim. ‘Yalancıdır Deniz’ deselerdi keşke…
Geçtiğimiz günlerde yine bloğumda ‘Duruş’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Ben de gazetecilik sürecimde mesleğimle ilgili duruşumu hiç bozmadım. Oysa o kadar çift karakterli insanlar gördüm ki… Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ı yanımda eleştiren onca kişi an geldi hep Yıldırım’ın yanında yer aldı. Hatta şu an bile Aziz Yıldırım’ın yanında yer alan o kadar insan biliyorum ki Yıldırım’ın ‘Fenerbahçe düşmanı’ diye nitelendirdikleri muhalefet isimlerin yanında gizli gizli çaya çorbaya gitti. Hala da gidiyorlar. Öyle bir sahte dünya karşısında ben duruşumu bozmadım, inandığım yerlerde yer aldım…
Faal gazeteci iken şike haberlerinden spor muhabiri olarak uzak durdum. Hukuk, polis muhabirliği bana uzak olduğundan. Takipte kaldım. Bir tek şeyi savundum: Bu işte kimin adı geçiyorsa, camiasını, futbolu kaosa sürüklememek adına bir süre sahalardan çekilmeliydi. Nasıl olsa dönüş yolu açıktı. Şu an konum değil ama şu an bakıyorum da şike muhabbeti hala bir açıklığa kavuşamadı. Futbol dünyası ise kaos ve birbirinden nefret insanlarla doldu taştı… Neyse…
Muhabirliğim süresince belli kesimler tarafından hep birilerinin maşası olduğum nedeniyle uyarıldım, nasihatlarla veya tehditlerle karşılaştım. Kullanıldığım söyleniyordu. Şimdi bakıyorum da o maşası olduğum iddia edilen kişiler 3 yıldır yanımda. Diğerleri farklı güçlerin peşinde. Hele o sanal ortam tosunları… ‘Kullanılıyorsun, yüzüne bakmazlar’ görüşü altında neler yazdılar, çizdiler… Güldüm geçtim. Tosunlar da bilsinler ki onlar dostumdu ve hala dostlarım. Daha bana ne kadar katlanırlar bilemiyorum ama hayattan bezdiğim anlarda bile onların verdikleri moralle yaşam mücadelemi sürdürüyorum…
Çalışırken de ayrıldığımda da yaşamımda dostlarım vardı. Gerek meslekten, gerekse farklı yerlerden. Yanımda kendilerini hissettirenlere gönül borcum daimidir. Düş kırıklıklarım da baki! J
 Cumhuriyet gazetesine genç yaşımda ciddi emek verdim. Kurum olarak şu süreçte beni düş kırıklığına uğrattı. Açıkcası buna çok üzüldüm. Ama kardeş dediklerim yanıltmadı ki bu büyük mutluluk oldu.
Yine bloğumda ‘Niye gazeteciliğe devam etmiyorum’ diye bir yazı yazdım. Arayanlar, duyduklarım bana gösterdi ki Sabah gazetesinde de ciddi dostlarım olmuş.
Ayrılma nedenimi tekrar etmeme gerek yok. Onla da ilgili diyeceğimi yine bloğumda yazmıştım. İpimi çeken Serhat Albayrak’ı bu 3 yılın büyük çoğunluğunda andım. Haklı bir yönü olabilir mi diye tarttım ettim… Bulamadım… Ah’ım hep üzerinde olacak. Başkalarının ki de… Bu konuda tek olmadığımı biliyorum. Benle beraber ona hakkını helal etmeyecek çok gazeteci, insan var. Bir yönetici olarak amacı nedir, ulaştı mı ulaşamadı mı bilemem… Ama bir patron olarak görüntü bence ortada…
Bu 3 yıllık süreçte çok arkadaşım işsizliğe itildi. Bir de aramızdan ayrılanlar oldu. Son olarak Erkan… Daha Süleyman’ı unutmadan… Gazetecilik kan kaybederken belki de şanssızlığım meslek adına hiç olumlu bir şey yaşanmadı… Yeni bir gazete, yeni bir kan olmadı… Aksine kapanan kapanana… Kendi branşıma gelince… Fenerbahçe’nin 15 yıllık yönetimi hedefine yaklaşmaya başladı, kendi cephesinde medya gücünü arttırdı. Düzenin adamı olanlar çoğunluğa geçti.
Sabah’a geçtiğimde ciddi bir haber yarışı yaşardık aramızda. Kimse kusura bakmasın, özel haber belki de yüzde 80 azaldı. Bu tablo geniş anlamda tüm medyaya da yansıdı kanımca…
Bu durumda sanırım fazla da gazeteciye gerek yok artık!
İyi veya kötü adamımdır, huylu veya huysuzumdur bilemem… Tek bildiğim… Alnımın ak olduğu ve inandığım doğrultuda zamanında iyi habercilik yaptığım…
Durum böyleyken ben ve benim gibilerin meslek dışı kalması beni çok şaşırtmıyor…
Çok sevdiğim arkadaşlarım hala yollarına devam edebiliyor. Gaz- pedal dengeli gidiyorlar artık… Dilerim hepsi sonuna kadar gider, ekmeklerinden olmazlar…

Bu bir gazetecinin en kara gününün 3. yılında yazdığı bir iç dökme yazısı oldu… İyi ki eşim, ailem ve dostlarım var… Ve bu süreçte en büyük ilaçım olan kızım…

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Erkan...

Cumhuriyet gazetesinin çekirdek spor servisinden dönemin güçlü Sabah gazetesine gelmiştim. 2000’li yılların başlarıydı… Gerçekten dev bir kadroya dahil olmuştum. Heyecanlıydım. Sima olarak tanıdıklarımın yanı sıra tanımadığım emekçiler de vardı…
İlk günlerden birinde ‘Baba hoş geldin’ dedi Erkan Koyuncu… ‘Baba’ kelimesi sanırım onun klasiğiydi… Zamanla daha yakından tanıdım…
Vefatı sonrası bazılarının dediği gibi gerçekten ‘hamal’ bir foto muhabiriydi. En zor, sıkıcı görevleri ona çaktıklarında, ‘Napalım baba’ der, gitmemezlik de etmezdi…
Milli takım deplasmanlarımız oldu… Beraber kamplarda kaldık. Bir gün bile kafasına göre kaybolmazdı. ‘Tamam mı baba, iş bitti mi artık, çekilecek bir şey olur mu’ diye sorardı. Yok cevabını almadan o makinesini elinden düşürmezdi. Sonra keyfine bakardı.
Keyfine bakarken yanındakileri de rahatsız etmekten hep endişe duyardı. Baktı ki rahat edemiyor, kaybolur giderdi. Bazen aramıza zorla alırdık.
Küs olduğu bir kişi bilmem Erkan Koyuncu’nun. İstediğimiz kadar takılırdık, kızmazdı. Ama ustaca bir seviyeyi de koyardı, böylece kendisiyle yüz-göz olunmasının önüne geçerdi…
Genelde giydiği gömleklerinin sol üst cebi her zaman dikkatimi çekmiştir… O küçüçük cebe parasını, sigarasını, bazen oynadığı altılı kuponlarını, notlarını, kalemlerini, akla gelebilecek her türlü cep malzemesini sığdırırdı… Bir deplasmanda dayanamadım, ‘Ya Erkan şunları çantana koysana’ dedim… Malum sakinliğiyle ‘Böyle de sığıyorlar, niye ki’ dedi… Cevap bulamadım…
Kayseri onun için özeldi… Hanımının memleketi… Beraber gitmişliklerimizde ‘Gel baba, evde bir mantı yedireyim sana’ derdi.. O kadar üzerine titrerdi ki misafirinin, rahatsız olmamak elde değildi…
Dosttu, iyi kalpliydi, iyi insandı Erkan Koyuncu…
Daha Süleyman Gültekin’in yokluğuna alışamamıştık ki…
Artık Erkan da yok…
7 Nisanda Süleyman… 2 Ağustos’da Erkan…
Beraberce Sabah Spor Servisi’nde gerçek anlamda mesleğin emekçiliğini yaşadığım insanlar…
Kelimeler anlamsız… Bu kadar ucuz olmamalı ayrılıklar…
O dev spor servisi şimdilerde ayrı bir kimlik ve kadroyla yayıncılığını sürdürüyor. Çok ayrılan ve gönderilen oldu… Ama Süleyman gibi, Erkan gibi ayrılıklar kahrediyor…
İstanbul dışında olduğumdan uzaktan takip ettim Erkan’ımızın yaşadıklarını, aramızdan vedasını…
Bazı iddiaları da…
O tür kapıların konsolosluk veya benzeri yerlerde olduğu iddia ediliyor, güvenlik nedeniyle… Doğruysa… Galatasaray veya benzeri kulüpler… Kimi kimden koruyorlar? Milyonluk kapıları kullanmak da bir eğitim gerektirir… Adı ‘özel güvenlik’ olmasına karşın 1000-1500 lira maaşla çalıştırılan bu kişilere acaba o kapıları acil durumda nasıl idare edecekleri hiç öğretildi mi?
Yine bir iddia… Kahredici kaza sonrası Erkan’ın yakınlardaki özel hastaneler yerinedaha uzaktaki bir devlet hastanesine taşındığı söyleniyor… Keşke özel hastanaye götürülüp Erkan kurtarılabilseydi de… De’si şu… Bugün kaç gazetecinin özel sağlık sigortası var? Eğer Erkan özel bir hastanede hayatta kalabilseydi… Çıkan fatura ne olacaktı?
‘Elbet birileri öderdi’… Evet öderdi de… Niye risk altındaki meslek grubunda gösterilen gazetecilerin, muhabirlerin özel sigortası zorunluluğu olmaz? Bunu anlatabilir misiniz?
Süleyman’ı yitirdikten sonra kimler acaba ailesine bir el uzattı, bir hatır sordu… Yakın arkadaşları dışında… Erkan’ın ailesi ne olacak bundan sonra?
Sabah Gazetesi’nde çalıştığım bir dönem komuta TMSF’deydi… Hepimizi özel sağlık sigortası altına aldılar. Sevinmiştik… Büyük güvenceydi… Sonra Çalık Grubu geldi… Hakkımı helal etmeyeceğimi yinelemekten bıkmayacağım Serhat Albayrak da yönetimde. Kısa sürede sağlık sigortaları iptal oldu… Çalışana bakış açılarını ortaya koymuşlardı…
O açıların farklı boyutları da zamanla hep ortaya çıktı zaten… Sonuçta gazeteciler değersizleşti maalesef…
Süleyman, Erkan… Bu kardeşlerimizin acısı ailelerinin ve gerçek anlamdaki cefakar meslek arkadaşlarının içini burkuyor… Kimse kusura bakmasın, gerisi bana sahte geliyor. Erkan’la bir çay içmemiş isimlerin gözyaşlarını ayırabiliyorum. Ve çok üzülüyorum, kızıyorum… Patronlara, müdürlere… Yaşayanımıza sahip çıkamayan bir meslek grubu oldu gazetecilik. Kaybettiklerimize mi sahip çıkacağız?
Güle güle babadan gazeteci Erkan Koyuncu… Allah ailesine sabır ve kuvvet versin…
B
aşınız sağolsun Erkan’ın gerçek dostları…
Biz artık öksüz bir meslek grubuyuz… Ve giderek azalıyoruz…  

Dilerim yaşanılan acılar artık son bulur…

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Duruş ...

‘Dur’ diyorum kendi kendime… ‘Açma ağzını maçlar başlayana kadar, sonra da sadece futbol konuş…’
Mümkün mü bu ülkede…
Değil…
Olan biteni izliyorum… İçim sıkılıyor…
Benimle ilgili her türlü eleştiriyi yapabilirsiniz… 2 konu hariç… İlki ‘Haram, hak yedi’ diyemezsiniz…
İkincisi de ‘Duruşunu değiştirdi’ diyemezsiniz…
Hep durduğum yerde durdum… İşimi yaparken politika yapmadım… İnandığım haberleri yaptım. Özel hayatımda dostlarım hep belliydi. Değiştirmedim, inanmadıklarımın yanına geçmedim. Ekmek paramı nerede kazanırsam kazanayım, spor hariç konulara girmedim…
İnanmadığım insanlar için olumlu ama yalan haber yapılırken adımı kullandırmadım… Karışmadım, çünkü çalıştığım kurumlar benim değildi…
Aynı şekilde inandığım insanları da çalıştığım yerlerde gereksiz yere pohpohlamadım…
Duruşumu hep aynı yerde tutmaya gayret ettim…
Şimdi etrafa bakıyorum…
Özellikle son 3 yıldır… Siyasetin sporu tamamen eline geçirdiği son 3 yıla…
Bir insanı seversiniz… Ya da sevmezsiniz…
Hadi örneklerle gidelim…
Aziz Yıldırım’ı sevebilirsiniz de sevmeyebilirsiniz de… Onu severken veya sevmezken Fenerbahçe kulübünde çalışıyor olabilirsiniz… Bu size yaptığınız iş haricince konuşma hakkı tanımadığı gibi duruşunuzu değiştirme zorunluluğu da getirmez… İşinizi yaparsınız, özelinizi dostlarınızla paylaşırsınız…
Fenerbahçe’de h ekmek parasını kazanan her 2 taraftan da çok insan tanıyorum… Medenice konuşabiliyoruz…
Recep Tayyip Erdoğan… Seversiniz sevmezsiniz… Her 2 durum da sizin duruşunuzu değiştirme şartı gerektirmez… Gerektirmemeli…
Örnekleri fazlasıyla çoğaltabiliriz…
Toplum önündeyseniz, önemli olan topluma karşı sorumlu davranmanız, örnek olmanız…
Nereden  geldim buraya…
Türkiye’nin önde gelen bir gazetesinde bir haber… Aziz Yıldırım ile Sadettin Saran arasında dev bir anlaşma eşliğinde buzların eridiği… Haberi yapan Aziz Yıldırım’ın son dönem medya temsilcilerinden biri… Ben bu satırları yazana kadar yalanlama yoktu… Dilerim olur… Olur ki kimse duruşundan bir şey kaybetmez…
Neler söylenmişti Yıldırım ve Saran cephelerinde karşılıklı, yıllardır… Hatırlatmaya gerek var mı? Ne oldu o duruşlar şimdi?
Şike davası boyunca ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganı, Fenerbahçelilerin öncül sesi olarak gösterilmedi mi? Başakşehir Stadı’nın açılışına katılanlara şöyle bir bakınca… ‘Mustafa Kemal’imn askerleri’ olarak sokaklara dökülenlere karşı onları döktürenlerin duruşu ne olacak?
Mahmut Uslu’nun ‘Şike davası boyunca sayın başbakanımız hep bizim yanımızdaydı’ açıklamasından 3 gün sonra sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Mehmet Ali Aydınlar’ı başkan seçtirmeye yönelik çabalarını oğluyla paylaşmasının ortaya çıkması… Ve sonrasında Uslu’nun duruşu…
Başlar böyleyken futbolcuların doğuştan fanatikliklerine inanan milyonlar…
Duruş önemlidir insan hayatında…
Aziz Yıldırım Sadettin Saran’ı sevmeyebilir. Saran da Yıldırım’ı… Başbakanın gönlü Mehmet Ali Aydınlar’dan yana olabilir. Mahmut Uslu da camiasını yönendirmek için başbakanı yanlarında göstermeye çalışabilir…
Emre UEFA Kupası’nı kazandığından iyi Galatasaraylıdır.. Şimdi de ekmeğini yediği için Fenerbahçeli…
Herkes birilerine inanabilir… Düşünceleri farklı olabilir…
Ama duruş önemlidir… Örneğin bir tane başbakan vardır. Ya da bir tane Aziz Yıldırım. Ya da bir tane GFB… Ya da bir tane Yıldırım Demirören… Ya da bir tane Emre… Bir sürü örnek…
Ve tüm bu insanların bir tane duruşu olmalı… İkincisi çıkarsa bedel ödemeli…
Güzel bir söz duydum geçenlerde ekranda…
‘Geçmişte her şeyin bir değeri, bedeli vardı… Artık her şeyin fiyatı var..’
Bu kadar ucuz olmamalı… Gönlünü kaptıran milyonlar bu kadar ucuz kandırılmamalı… Onlar da bu kadar ucuza kanmamalı…


Sizi ve etrafınızdakilerin duruşunun değişmemesi dileğiyle...
İyi bayramlar…

EKLEME: YAZININ ARDINDAN BU KONUYA SEBEP OLAN HABERLE İLGİLİ FENERBAHÇE KULÜBÜ'NDEN BİR AÇIKLAMA RESMİ SİTE VASITASIYLA GELDİ. YAZI İÇERİSİNDE BEKLEDİĞİMİ BELİRTMİŞTİM. SEVİNDİM. ZİRA SÖZ KONUSU BARIŞ, 'DAHA NELER' DEDİRTECEK NOKTAYA GETİRTİRDİ...
ANCAK... NE OLURSA OLSUN, 'DURUŞ' KONUSUNDA, SPOR DAHİL TOPLUMUMUZDA BENİ ŞAŞIRTMA AYNI BOYUTTA DEVAM EDİYOR. BUNA SÖZ KONUSU TARAFLAR DA DAHİL BENİM İÇİN...
SİZ SİZ OLUN, DURUŞUNUZU BOZMAYIN :)

9 Temmuz 2014 Çarşamba

I'm at...



Sanal ortamlarda bazı tutum mu diyelim,  paylaşım mı diyelim bilemiyorum ama bence görgü sınırlarını zorlayan bildirimlere tutulmaya devam ediyorum…
Başta yer bildirimleri… Kime ne nerede olduğundan. Gitmişsin. Düşür elinden o telefonu, gittiklerinle keyfini sür. Hasta başında beklerken telefonunu kurcalayan var, sağlık problemi yaşayan var, durumu olmayan var, çalışmak zorunda olan var… Yaptığını yapamayan var… İnsani düşün biraz be insanoğlu…
Sonra sofra fotoları… İnanılır bir şey değil… Olmaz demiyorum… Türkiye’de olmayan, kimsenin bilmediği dünyanın bir ucundan bir tat keşfetmişsindir. Özellikleriyle falan yazarsın, eyvallah… Ama örneğin herkeste bir Adana kebabı veya benzeri bir foto… altında kısa yorumlar… ‘Vay vay vay… Nefissss’ Nedir anlamı?
Tatildeyken bunları zaman zaman ilgiyle izledim… Evet tatildeyken… Ben de tatildeydim. Çoğu insanın yapabildiğini ben de yapabildim. Bildirimler, görüntüler… Bunları ortaya koyma ihtiyacı duymadım. Bilgisizce, tembelce, sadece ‘Ben şurada bunu yaptım… Ne haber’ tadındaki iletilerden uzak durdum… Sadece akrabalarımla iletişim kurduğum özel bir kanaldan iletişimdeydim… Kimin ne durumda olduğunu bildiğim insanlarla…
Size tatille ilgili birşeyler yazacağım. Ama yazdıklarım yalnızca bu tatilde yaptıklarım değil… Yıllardır gezdiğim, gördüğüm yerlerden sizlere ipucu vermeye çalışacağım… Ki bir gün bir yerlere gitme durumunuz olursa nacizane  yazacaklarım belki bir fikir olur….
Bu yıl farklı yerler gördüm. Yakın çevrem Selimiye tutkumu iyi bilir. Bu yıl eklediklerim ve geçmiş gördüklerim sonrası şuna inanıyorum ki memleketimiz gez gez bitmez, doyulmaz… Ve bizler maalesef büyük şehirlere kendilerini hapsetmiş garip insanlarız.
Kimimiz iş uğruna şehirlerdeyiz. Kimimiz parası olmasına karşın garip bir ortam tutkusuyla ayrılamıyor… Öyle ya da böyle… Oralarda daha sağlıklı, daha yalın, daha mutlu yaşamak varken… Keşmekeşten ayrılamıyoruz… Sorarsan da çoğunluğumuz ‘gitmek’ istiyoruz…
Neyse…  İstanbul’dan çıkalım…

Bana sorulduğunda yine favori tatil yerim Selimiye… Marmaris’in o iğrenç şehirleşme ortamından uzak ve ulaşımının da kolay olmayışı Bozburun bölgesindeki bu köyü her zaman sempatik kılıyor. Ruhen dinlenmenin doruğu yerlerden biri… Hele bir de rakı sofrasından hoşlanıyorsanız… Köy mütevaziliği ile birleşince fena bir yer… Zaten de yıllardır yakın çevreme anlata anlata köye de ziyaretçi konusunda bir katkım oldu sanırım..

Artık bir diğer favorim Kalkan oldu. Türkiye’nin bir ucunda cennet. Hep merak ederdim niye bu kadar övgüyle söz ediliyor diye. Uzun bir yol katedip görünce anladım. Kalkan asla sadece Kalkan değil. Yapacak, görecek, gezecek o kadar konu ve yer var ki… Bilemiyorum ama bunaldığınız anda hemen arabayı kenara çekip denize bu kadar kolay girilen bir yer var mı ülkemizde… Kalkan ve civarında, Kaş’ta, tekne turunda, Patara’da orada burada… 20 yerde denize giriyorsunuz… İnsan bir tane yosun görmez mi? Deniz bu kadar temiz olabilir mi?

Üzüldüğüm Kalkan’ın asıl tadını başta İngilizler olmak üzere yabancıların çıkarıyor oluşu. Ancak bu da Kalkan’ın günlük yaşamına kabul etmek gerekir ki farklı bir kalite de getiriyor. Sokaklar saat başı temizleniyor gibi. Dükkanlar düzenli olmak zorunda, zira aksi takdirde İngiliz alışverişe gelmiyor… Kaliteli yabancı ile kalitesiz yabancı farkını, hatta üzülerek yazıyorum ki kaliteli yabancı ile Türklerin yoğun tatil yaptığı yerlerin arasındaki farkı Kaş – Kalkan çarşılarından bile gözlemlemeye başlayabilirsiniz…
Burada bir not düşmek istiyorum… Selimiye ve Kalkan’da kalmayı düşüneceklere istedikleri takdirde önerilerim de olabilir…
Hop kuzeye çıkalım… Bozcaada… Görmediyseniz görün… Tadın, yaşayın. Ama acele edin. Gelen haberler özellikle yaz mevsiminde eski keyfinin azaldığı şeklinde. Denizi biraz soğuk ama ada havası çok sıcacık… En azından bahar mevsimlerinde bile 3-4 gün ayrıldığında asla pişman etmeyecek bir yer…
Aşağıya geçelim… Şirince… Burada da kalmayı düşünenlere tavsiyem olabilir. Kesinlikle yaptığım hatayı yapmayın, 1 gecelik keyif diye düşünmeyin. Bir garip atmosfer. Huzur iliklerinize işliyor. Ben hep gündüz görmüştüm, kalabalığını yaşamıştım. Belli bir saatten sonra günlük ziyaretçiler gittiğinde farklı bir havaya bürünüyor. Ve iyi bir pansiyonda sabah uyanış… Bir kahvaltı… En küskün insanı hayatla barıştırır. İyi tavsiyelerle çevrede denize girmekten doğa sporlarına kadar, bir çok olanak da söz konusu…
Yine aşağılara inelim… Geçerken görülen yerler vardır ya… Ne güzel kasaba dersiniz… Yolunuz Kemer – Kaş arasına düşerse Finike’yi, Demre’yi mutlaka ziyaret edin. Özellikle Silifke’nin deniz kenarı evleri emeklilik için bir rüyaya benziyor…

Yine Kaş’a yanaşalım… Meşhur Kekova bölgesi… Tekne turlarının kalktığı Üçağız köyü… Hemen o köyün bitişiğinde, karayolu bulunmayan ama teknelerle gidilen Kale köyü… Hani o İstanbul’dan, oradan buradan aynı fotoları koyup bir amaç hedefleyen kitle var ya… Buralarda fotoğraf koymaktan telefon şarjını bitirirler… O ortamlarda içilen 2 kadeh sonrası keyiften de bu adetlerini unuturlar sanırım… Biraz zahmetli yollar ama tekne turları için özellikle kesinlikle katedilmesi gereken mesafeler bunlar…
Antalya ve Kemer için bir şey diyemiyorum. Diğer bölgelere oranla nem oranının yüksekliği gerçekten yaşamı sürekli zor kılıyor. Oralarda tatil yapmanın yolu da sanırım iyi bir tatil köyü bulmaktan geçiyor..

Şimdilik aklıma gelen öneri yerler buraları… Aklıma tatil dendi mi karşıt görüş olarak Bodrum gelir… 10 yılı aştı gitmeyeli… Bir o kadar da gitmeme isteğim var… Bodrum’dan gelen haberler ilginç… Lahmacun fiyatları malum. Yemek fiyatlarını yazmıyorum bile. Mesai saati bitimi yol sıkışıklığı falan… 2 saate yakın trafikte kaldığını anlatanlar… Sahillerde et yığını durumlar… Bir de ‘İstemem yan cebime koy’ görüntüsündeki sosyetikler… ‘Ay bizi nasıl yakaladılar, nasıl çektiler’… Bırakın ne olur yahu… Yüzde 90’ı görüntü veya isim Bodrum’a giden bir kesim var oralarda… Gidin Kaş’a Kalkan’a… Hele tekneniz varsa… Değil yakalanma, görülme şansınız yok… Türk insanın klasik riyakar tutumlarının yansımasıdır Bodrum’da yaz ayları… Bir de anlamsız kazıklanma arzularını giderdikleri yerdir… Neyse…

İşte böyle… Akla geldikçe yazarım bu bölgelerle ilgili detaylar…
Ama her tatilin bir de acı dönüşü oluyor… Yer bildirimi yapmak gerekirse ‘I’am at çöplük’… Her türlü kurtarma tekliflerine de açığım J Özellikle Selimiye ve Kalkan bölgesinde… J

Bu arada… Elbette bu ülkenin gördüğüm onlarca denize uzak yeri de var ama mevsim yaz olunca buralar aklıma geldi. Karadeniz ise ayrı bir konu. Öyle bir güzellik öyle atıl duruyor ki turizm açısından… Kahrolmamak elde değil… Dediğimi Sinop ve ötesinde bir kez denize girmişler çok iyi anlar…

Dönüş tarihimi söylemiştim. İş tekliflerini hazırlayın demiştim. Tık yok! J Kaldık yine hakkımı asla helal etmeyeceğimi yinelemekten bıkmadığım Serhat Albayrak beyefendinin bana kurduğu dünyamla başbaşa… İdareye devam… Şükür karnımız doyuyor, mütevazi gezmelerle nefes alıyoruz…

Bu memleketi görmekte, tanımakta büyük fayda var… Özellikle karayolu ile gezmek çok anlamlı… Bazen bir deniz kenarı, bazen bir dağ yamacı… Bu kadar güzelliğin birarada toplanırken genel anlamda maalesef değerlendirilemediği bir ülke yok kanımca… Her yeri için yapılan mücadeleler… Mesela Üçağız köyünden tekne turuna çıktığımıza bize gösterilen yer… Küçük bir koy… Ortasında tersane kalıntıları… Hamidiye kruvazörünün Akdeniz’de düşmanı bombaladıktan sonra her seferinde saklandığı koymuş. İnsanın tüyleri diken diken oluyor… Bilen biliyor, duyan duyuyor. Ama bir tanıtımı, reklamı yok. Yanımda çok sevdiğim bir abim bunu dile getirmese öyle öküz – ova misali bakıp geçerdik oradan… Tarihine değer veren bir ülkenin elinde öyle yerler nasıl kullanılıyor, incelemek lazım. Üçağız köyü, gelen her arabadan ne olduğunu anlayamadığım 7 lirayı giriş parası olarak alıyor. Kolay para… Ama o koy öyle duruyor…


Zaten bu memleketin de satılmayan yerleri öyle durmuyor mu? Sat, gelsin kolay para… Sonra satılanlar geri gelir mi… Zor dostum zor…

15 Haziran 2014 Pazar

Süper Baba...

Çok sık babamdan bahsettiğimi düşünüyorum ama elimde değil, içimden geliyor…
Bugün de malum günümüz, Babalar Günü…
Yaşam arkadaşları tarafından ‘Efendi Kaptan’ denilerek mesleğiyle ilgili bir ifadeyle anılan babam ağırbaşlı bir adamdı. Öyle herkesle fazla el – kol temasına girmezdi. Önüne geleni sarılarak öpmeyi fazla benimsememişti. Hatta bazıları ‘Baban sert ve soğuk gözüküyor’ yorumunda bile bulunurdu. Hani deyim yerindeyse, ‘Bayram değil seyran değil, bu beni niye öptü, ben ona niye sarılayım’ diyenlerdendi…
Ancak ben başkaydım… Ne zaman ona sarılsam gık demediği gibi zaman zaman sulu sulu yanaşmalarıma da sesini çıkarmazdı. Asla ve asla ‘Babam sert adamdı, bana kendini sevdirmedi’ diyemem… Ne kadar da iyi yapmış. Erken ayrıldı yanımdan, başımdan. Ama kokusunu, sıcaklığını, gücünü o kadar çok yaşamışım ki… Sanki dün yanımdaymış gibi… Ancak bir yandan da bir ömürdür yanımda yok gibi… Ona çok ihtiyacım olduğu bu yıllarda özlemim giderek artıyor…
Babalar Günü’nde hep çocuklara seslenilir. Babalarının kıymetini bilmeye çağrılırlar. Aslında çok anlamsız. Bir insan hatırlatılınca sevecekse babasını bir şey ifade etmez ki… Elbette babalar sevilmeli…
Benim seslenmek istediğim babalar… Allah herkese sıralı ölüm versin… Bir gün hepimiz göçüp gideceğiz. Kimse evlat acısı yaşamasın… Bir baba göçüp gittiğinde arkasında bir çocuktan çok fazlasını bırakır… Bir hasret bırakır, bir özlem bırakır, kolu kanadı kırılmış bir insan bırakır… Bu nedenle yaşarken baba çocuğuyla arasına mesafe koymamalı. Çocuğunun kendisine doymasına izin vermeli. Unutulmamalı ki baba gittiğinde arkasında onun kokusuyla bir ömür yürütecek bir can, bir kan bırakacak…
Babam ‘Gel lan buraya eşek, bir sarıl bana’ deme ihtiyacı fazla duymadı, buna izin vermedim… Her fırsatta yanındaydım zaten… Ama şimdi o sesi, o talebi bir kez duysam… Neler vermezdim ömrümden…
Babalar… Çocuklarınıza her daim yol açın size yaklaşmaları için… Sertliğin, sınırın anlamı yok… Sevgiyi hissettirin…
Bir kez boğuşabilseydim onla yeniden…
Yaşayabilenler bunu doya doya yaşasınlar…
Kızım yaşı gereği şimdi bunu anlamıyor… İtip kakıyor ben ona sarıldıkça… Anlayacağı günler gelecektir… ‘Şımartıyorsun’ diyenler var… 42 yaşında tek çocuk sahibi olabilmiş biri olarak… Kimi şımartayım eğer bu şımartmaksa… Dün gece yanıma çağırdım, ‘Git’ dedi… Damadı izliyordu televizyonda… Pepee… J

Babalık keyifli iş… Sıkıntılı dönemimde benim en büyük ilacım oldu babalığım…
Yıllar geçti babamı kaybedeli… Ardından bir tane olumsuz hikaye duymadım. Bu nedenle benim babam da ‘süper’ babalardandı… Allah herkese böyle anılacak bir baba nasip etsin… Herkes tarafından güzellikleriyle, adaletiyle anılan bir baba…
Böyle bir günde aklıma geldi… Geçenlerde bir yazı yazmıştım. Meslek hayatıma en büyük darbeyi vuran Serhat Albayrak’la ilgili… Ona hakkımı helal etmediğimi ifade etmiştim. Arayan soran çok oldu. Hepsi de destek verdi. Ama beddua etme dediler. Ben sadece hakkımı helal etmediğimin altını çiziyorum. Bedduayla ilgim olmaz. Serhat Albayrak Müslümanlığını ön planda gösterenlerden biri… Ama konuşmadan, anlayıp etmeden bir insanın iş hayatını baltalarken sonrasını da düşünmeyenlerden. Sonrasında yaşadıklarımdan en ufak bir haberi yok. Benim, ailemini en önemlisi kızımın kaderiyle nasıl oynadığından… Bu nedenle ona hakkımı helal etmeyeceğim. Hatta aklı erdiğinde kızıma da aynısını söyleyeceğim…  Benim gibi çok insanın canını yaktığını da biliyorum. O nedenle o asla bir ‘süper baba’ olamayacak…
Böyle bir günde, böyle bir yazıda niye ondan bahsettim… Benim gibi baba olan insanlar bilmeli ki sorumluluk asla yalnız ve yalnız kendi çocuklarımıza karşı duyulmaz. ‘Süper baba’ olmak için hayata karşı sorumluluk almak ve bir gün göçüp giderken helallik almak gerekir…
Benim babama benim bildiğim herkes hakkını helal etti…
Darısı tüm hak eden babaların başına…
Gününüz kutlu olsun babalar…

Haydi çağırın çocuklarınızı da bir kez de benim yerime size sarılsınlar… Bir gün belki bana teşekkür ederler…

14 Haziran 2014 Cumartesi

Sporculuk mu profesyonellik mi...

Dünya Kupası’yla birlikte zaman zaman duyduğum ve anlam veremediğim bir düşünce yine kulağıma geliyor: ‘Milli maçlardan bana ne…’
Aklıma gelen bir sorudur, kulüp oyuncusu ve milli takım oyuncularının profesyonellik ve sporculuk kavramları…
Bana göre kulüp oyuncuları tamamen profesyonellerdir… Bugün bir kulüp için canını verebileceğini iddia eden bir ismi 2-3 yıl sonra ezeli bir rakipte görmek son derece olağan oldu… Örnekleri o kadar çok ki… Sonra… Bir sakatlık olduğunda profesyonel futbolcu oynamak için şartlarını zorlar. O maçın ciddi primi vardır, formayı kaptırma korkusu vardır, kaçtı denme ihtimali vardır… Hele sezon sonuysa… Transfer piyasasından düşme ihtimali vardır… Milli maç oldu mu, profesyonel futbolcuların bir kısmının orası burası ağrır… Biraz sıkıntı varsa kaçacak yer aramalar başlayabilir…
Gelelim milli takımlara… Tek tip oyuncu vardır, o da ülkesi için oynayanlar… Bir sonraki organizasyonda da o forma için ter dökeceklerdir… Biraz istikrar sağlandı mı takım kimliğini de yakalayıverirler. Çok fazla prim şansı da yoktur. Elbette milli takımlarda da para kazanırlar ama transfer piyasası diye bir şey yoktur milli takım bazında… Ve başarılı olan tüm ülkede kahraman olur… Elbette o ülkede gelişme seviyesi yüksekse…
Burada bir parantez açalım… Bizde bu geçerli değildir… Bizde başarılı millinin takım kimliği de hemen ortaya konur… Çünkü biz ülke olarak koymaktan, s..ten falan hoşlanırız… Artık bunu da aleni şekilde dillendirir de olduk…
Konumuza dönelim… 2 tip oyuncu sergilemeye çalıştım… Profesyonel ve sporcu kimliği üzerinde… Sonra da milli maçları sevmiyoruz diyenler çıkıveriyor karşıma… Yani sporu sevmiyorsunuz. Derdiniz profesyonellik… Kavga – gürültü – küfür… Şartlar ne olursa kulüp kazansın. ‘Sporun içine edeyim’ mantığı ön planda… ‘Benim formamı giyen kahraman, giymeyen hain’
Gidelim bu doğrultuda… Gidelim de… Yarın öbür gün çoluğumuzun çocuğumuzun spor değil ama profesyonellik alanlarında başına bir şey geldiğinde şikayet etme hakkı bulabilecek miyiz? Ya da çoluk çocuğumuz ‘Siz ne diyorsunuz… Ben bu sporun neresini seveyim, abuk sabuk kavga edip duruyorsunuz’ dediğinde ne diyebileceğiz…
Ben futbolu severken 80’li yılların başından itibaren maçları hatırlıyorum… Golleri… Kadroları… Şimdiki neslin bildiği olaylar, kavgalar, atışmalar ve de artık küfürler…
Kabul edin… Çoğumuzun sporu sevdiği falan yok artık… Çoğunluk tatmin peşinde…

Bense yine de ‘Yaşasın Dünya Kupası’ diyorum.. Spor izlemek de güzel şey…

1 Haziran 2014 Pazar

Babamın ardından...



Her zaman saygıyla anarken özlemini duyduğum babam uzakyol gemi kaptanıydı… Çocukluğumun belli bir kısmında zaten yoktu… Şimdi artık umut da yok gelmesi, bir kez elimi tutması için… Oysa o kadar da ona ihtiyacım varken…
Zamanının efsane şirketi DB Deniz Nakliyat’ta başladı, orada emekli oldu. Zaten onun döneminde çok da fazla seçeneği yoktu. Nakliyatın simgesi ‘Sarı Baca’ onun için devlet anlamı taşırdı ve kaptanlık yaptığı sürece ondan asla ayrılmadı. Sonra karaya geçti, farklı yerlerde çalıştı mesleğiyle ilgili…
20’li yaşlarımın başına kadar babamın gemicilik yaşamıyla büyüdüm. Onun denizdeki arkadaşlarının içindeydim hep. Kulaklarımda sürekli onların hikayeleri vardı. Denizcilik yaşamının hep içindeydim…
Çocukluğum boyunca ben de babam gibi ‘kaptan’ olma hayalindeydim. Babam babasının izinden yürümüştü. Yanlış bilmiyorsam onlar kaptanken dünya denizlerinde gemileriyle birbirlerinin yanından geçen ilk Türk baba oğuldular. Babam babasının 4. kaptanlığını da yapmıştı. Ben o yoldan yürüyemedim. Nedeni göz rahatsızlığımdı…
Babam vefat ettiğinde ciddi bir kalabalık vardı. Denizci arkadaşları, eşleri, onların çocukları, torunları… Babamı son yolcuğunda yalnız bırakmamışlardı.
Aradan 10 yılı aşkın bir süre geçti. Zaman zaman babamın arkadaşlarından, onların ailelerinden haberler alıyorduk ama… Doğal olarak kopma olmuştu benim adıma…
Derken geçenlerde babamın rahmetli yol arkadaşlarından Ercüment amcanın oğlu aradı. Beni tahminen en son 32-33 yıl önce görmüştü. Şaşırdım. O rahmetli babasının anısına, mesleğine benden daha saygılı bir duruş göstermiş. Bunu son 10 gün içerisinde anladım. Facebook’ta bir grup kurduklarını ve babam zamanının efsane denizcilerinin yaşayanları, çocukaları için bir iletişim içine girdiklerini söyledi. Saydığı bazı isimler vardı ki şaştım kaldım… Burada yazmamın anlamı yok, onlar kendilerini bilir. 1 hafta boyunca onları görmek için sabırsızlandım. Organizasyonu da üstlendim…
Ve hafta sonu yaklaşık 20 kişilik bir grup olarak biraraya geldik… Denizlerin emekçilerinin kendileri ve çocukları olarak… Biliyordum denizciliğin farklı anlamlar taşıdığını ama bu yaşta bir kez daha görünce…
Sayı belki az gözükmüştür size... Ama tohumları 40-45 yıl önce atılmış dostlukların uzantısı olarak biraraya gelmiştik...
Kaptan Ömür abinin efsane Refik kaptan amcanın elini öperken ‘Nasılsınız beybaba kaptanım’ deyişi…
Denizcilik yapmış isimlerin vefat etmiş arkadaşlarının çocuklarına gösterdiği sevgiyi…
O çocukların aynı şekilde o isimlere gösterdiği saygıyı…
Gece boyunca o kadar içilmesine karşın kimsenin sarhoş olmayıp çizginin hep aynı noktada tutulması…
Yaşanan unutulmaz anıların dile getirilişi…
Senin – benim zamanım kavgası yapılmadan herkesin iş ve yaşam emeğine aynı saygının herkes tarafından gösterilmesi…
Babasını yitirmiş isimlerin (ki birisi benim) babalarıyla ilgili anıları ağzı açık dinlemeleri…
Hangisini anlatayım…
Denizcilik bir yaşam biçimidir… Denizciler, hele zamanın Deniz Nakliyat emekçileri bir ailedir… Bunları bir kez daha görmekten mutluluk duyarken babam adına da gurur duydum… İyi ki zamanında böyle bir ailenin içinde yer almış ve ne şanslı ki nankör olmayan bir meslek seçmiş o dönemler için…
Sonra kendimi düşündüm… Kendi meslek ailemi… Başkalarının meslek ailelerini, dünyalarını…
Onlar 70’ler, 80’lerde yaşamışlardı… Bizler 2000’li yılları yaşıyoruz. 20-30 yıl sonra benim kuşağım ya olur ya olmaz… Acaba benim o gecede yaşadığım sıcaklığı, saygıyı ben veya ailem bir şekilde hissedecek mi?
Ya da her ne iş yapıyorsanız… Sizler…
Yaşam biçiminize ne kadar sevgi hissedip saygı duyuyorsunuz gündeminizde…
Hepimizin ağzında vardır, ‘Herşey çocuklarım için’ cümlesi… Lafta kalıp kalmadığını tartmakta fayda var… Babam maddi fazla bir şey bırakmamış da olsa… O gece anladım ki bana manevi olarak çok önemli bir geçmiş bırakmış ki bu bana gurur veriyor… Evet geçmiş yenmez, içilmez, satılmaz… Ama…
İşte o ‘ama’yı anlamakta fayda var…
Bugün öyle ya da böyle yaşıyoruz… Ama gelecekte de canlarımız, kanlarımız, dostlarımız tarafından anılmak için farklı bir dünya da kurabiliriz kendimize…
Belki biraz karışık oldu ama… Bazen hayat değerlendirmeleri de yapmalıyız sanırım…
Teşekkür Hakkı Çek… Yani Hakkı abi… O anlamlı gecenin mimarı oldun…

Ancak devamını da isteriz elbette… 

27 Mayıs 2014 Salı

Gazeteciliğe niye devam etmiyorum



Hafta başında eski bildiğim bir gazeteci arkadaşımla konuştum. Yakın tanımıyor olsam da duruşuna saygı gösterdiğim bu dostumdan da aynı elektriği almam beni sevindirdi…
İlginç bir şey söyledi bana… ‘Sabah gazetesinden ayrıldığını biliyordum ama bir daha çalışmadığın için mesleği isteğinle bıraktığını düşünüyordum’ dedi…
İnsan kendi bildiği ve düşündüğünü herkesin hissettiğine inanır ya… Bu sözlerinden kendimi genele ifade edemediğimi anladım… Şunu da kabul etmeliyim ki bu konuda da çok çaba göstermezken hak ve adalete inanarak doğrunun eninde sonunda karşıma çıkacağı kanısındaydım…
Olmadı…
Biraz geriye dönelim. 1992 yılında stajyer olarak Cumhuriyet Gazetesi spor servisinde başladım. 2002’ye kadar da orada kaldım. Ekonomik şartlar dışında mutluydum. Aslında fiziki şartlar da çok iyi değildi. İşe gitmek, bir spor muhabiri olarak deplasmana gitmek, kamp yaşamak hep sıkıntılıydı. Ama orası bir aile gibiydi çalışanlar açısından. Cağaloğlu’ndaki binada gerçekten bir ‘Geniş Aile’ tadında 10 yıla yakın çalıştım. Meslek açısından ileri gittikçe bazı şeyler de yetmez oluyordu. Ekonomik gelir dışında iş açısından da farklı şeyler yapma arzusu artıyordu. Sonunda bir teklif geldi Sabah gazetesinden. Şartlar doğrultusunda gözü yaşlı ayrıldım Cumhuriyet Gazetesi’nden.
10 yıllık performans sonrası dönemin müdürü Altan Tanrıkulu’nun isteğiyle Sabah Gazetesi Fenerbahçe muhabiri oldum. Aynı dönem İbrahim Seten’in müdürlüğünde yeni açılan Vatan Gazetesi de beni istedi ama ben içeride değil dışarıda çalışmak istediğim için yardımcısı Gökmen Özdemir’e teşekkür ettim ve Sabah’ı tercih ettim…
Turgay Ciner patrondu… Gerçek gazetecilerden oluşan çok kuvvetli bir kadro vardı gazetede. Müdür Altan Tanrıkulu da dipten emekleyerek gelmiş bir isimdi. Mesleğin tozunu toprağını tatmıştı bana göre…
Orada da 9 yılı aşkın bir süre geçti… Müdürlerim değişti… Kısa bir süre İskender Baydar, Serdar Ali Çelikler ve Emrah Kayalıoğlu müdürlüklerimi yaptılar. Ciner Grubu’ndan sonra TMSF’ye geçtik… Tüm bu süre içinde iyi işler yaptığıma inanıyorum. Kimseden bir şikayet veya uyarı almadım. Bir çalışan olarak sınırlarım içerisinde kaldım. Servis müdürüm dışında yukarı katlara yaklaşmamaya gayret ettim. İşimle ayakta kalmaya çalıştım ve kaldığıma da inanıyorum…
Niye? Bir kere ailemdeki ilk gazeteciyim. Yani arkamda hiçbir zaman kimse olmadı. Hiçbir patron grubuna yaklaşmadım. Ve her müdürümle iyi ilişki grup iş konusunda özgür bırakıldım. Yaptığım işten memnuniyet vardı. Olmasa zaten herhangi bir müdürüm veya patron grubu beni anında değiştirirdi…
Niye anlattım bu kadar detaylı? Eğer hakkımda bir yargılanma yapılacaksa geçmişimin de gözönünde bulundurulması gerektiği kanısındayım…
Derken Çalık Grubu gazeteyi satın aldı…
Ben yine işime devam ettim. Benim için değişen bir şey yoktu. İdare eden bir maaş karşılığında çalışmaktan memnundum. Dönem müdürüm Emrah Kayalıoğlu’nun benle bir sıkıntısı yoktu. Hayat düzgün gidiyordu benim açımdan…
Ve lanet olası 3 Temmuz süreci kapıyı çaldı. Heryer allak bullaktı. Daha bir ay geçmemişti ki gazeteye çağrıldım. Bir tapede kısa konuşmalarımdan ötürü istifa etmem istendi. O tapede bir soruma karşılık Ali Kıratlı bana gerçeği söylemiyordu. Ben de kendisine inanarak bir haberi gazeteye söylerken asla ve asla, bunun altını çiziyorum, asla ve asla ‘Bu haberi kullanmayın’ yönlendirmesinde bulunmuyordum. Onca yıllık meslek hayatımda da böyle bir yetkim olmadığı için böyle bir yönlendirmede bulunmadım. Prensip olarak her zaman haberimi, bilgimi gazeteye verdim. Onlar da inandıkları doğrultuda haberlerimi kullandılar.
Sonunda Ali Kıratlı’nın yalan bilgilndirmede bulunduğu ve beni yanlış yönlendirdiği söz konusu tapelerde mevcut.
Bu nedenden istifa etmem istendi. ‘Asla’ dedim. Zorlamada başarılı olamayınca işime son verildi. Gerekçe olarak şike davasında yer almam gösterildi ama ben asla şike davasında yer almadım. Ayrıca geçen süreç sonrası da Ali Kıratlı davadan takipsizlik aldı. Ama ben kovulmuştum. Şike davasında yer aldığım gerekçesiyle de tazminatsız gönderilmiştim.
Mahkemeye gittim. 1.5 yılın sonunda kazandım. Sabah gazetesi  Yargıtay’a gitti. Tarihte sayılı bir ihtimal gerçekleşti ve Yargıtay benim işe aide kararımı bozup mahkemeye geri gönderdi. Mahkeme bozma kararına uydu. Şimdi ben Yargıtay’a gittim, beklemedeyim…
Hukuki tablo bu…
Gelelim işin ahlaki yönüne…
İşten çıkarılmam kararı Yönetim Kurulu Başkan Vekili Serhat Albayrak’a aitti. Öyle söyleniyordu ki ben de doğru olduğu kanısındayım. 9 yılı aşkın bir çalışanının işine son verilirken benle bir avukattan başkasının görüşmesine gerek görülmemişti. Bu da olabilir ancak… Neydi hatam, bu asla bana net ifade edilmedi…
Mahkeme boyunca önce şike davasında yer aldığım iddia edildi. Sonrasında haber sakladığım. Hangisi anlamadım ama davayı kazandım. Yargıtay niye iptal etti, mahkeme niye uydu… Güçler dengesini yerine oturtursanız sanırım bazı sonuçlara varırsınız…
5 Ağustos 2011’de görevime son verildi. Sonrasında ben iş bulamazken ülkemizdeki medyanın ne noktaya geldiği de sanırım hepinizin malumu…
Ben gazeteci olmaya karar verdiğimde önüme koyduğum örnek isim çoktu. Müdürler çok ağırlık sahibi isimlerdi. Patronlar gazetecilik yapmak istiyordu. Ne olduysa son 8-9 yıldır oldu. İşadamları gazete patronu oldu. Gazetecilik, muhabirlik yapmanın yolu ilişkilerden geçmeye başladı. Dikkat edin gazetelerde farklı haber oranı giderek azaldı. Ben de bu süreçte işsiz kaldım…
Uzun süre sessiz kaldım. Sadece dostlarımla paylaştım bunları. Çok soran vardı, ‘Niye çalışmıyorsun’ diye… İdare cevaplar verdim. Ama hafta başındaki o telefeon konuşmamda anladım ki artık kendimi ifade etmem lazım…
9 yılı aşkın emeğim geçti Sabah Gazetesi’ne… Zamanında hayalini bile kurmakta zorlandığım bir yerken gururla çalıştığım bir yer oldu… Şimdiki Sabah Gazetesi farklı…Ona da saygı gösteriyorum. Elbette bir kurum sahibinin, patronunun istediği doğrultuda seyir gösterir. Ama bu bir gazeteyse çok sıkıntılı olur. Sabah Gazetesi de bunu yaşıyor.
Spor zamanında siyasetten tamamen bağımsızdı. Son yıllarda iç içe geçince spor da gazetenin siyaset rüzgarı altında kaldı.
Çok sevdiğim var isimler var o gazetede… Ciddi emekçi arkadaşlar. Sessizliğe bürünüp işlerini yürütmeye çalışıyorlar. Pek de mutlu olduklarını söyleyemem. Dilerim düzenleri bozulmadan yeni bir süreç başlayıncaya kadar ekmeklerini kazanırlar. Bu tablo artık bir çok gazete için de geçerli…
Ben o ekmeği kazanamıyorum…
Kul hakkı diye bir gerçek vardır inancımızda. Bunla oynamak büyük günahtır. Bir kızım var, bilen bilir… Bu saatten sonra ne yapıyorsam, ne kazanıyorsam onun için… Onun hakkıyla oynadılar. Oynayanın kendisiyle hiç görüşme fırsatı yakalayamadığım için Serhat Albayrak olduğu kanısındayım. Ama bu kadar kolay olmamalıydı…
Hiçbir ahlaki yanlışım, mesleki hatam olmadı. Bilmediğim bir şey yaptıysam bu en azından bana ifade edilmeliydi. Ne şike davasında yer aldım, ne bir haber sakladım. Bunla ilgili en ufak bir belge söz konusu değilken bir anda emeğim yok edildi.
İşte bu nedenlerden ötürü asla ve asla hakkımı buna neden olanlara helal etmeyeceğim.
Uzun süre bu kadar net konuşmadım. Nedeni yukarıda belirttiğim gibi hata olduğuna inandığım noktadan bir dönüş yakalayacağına inancımdı.
Gazeteyi yakın bir dönemde Kalyon grubu alınca sahip değişti diye düşündüm. Oraya ulaştım, yani yeni patrona. Durumu anlattım. Bir süre sonra iletilen yanıt ilginçti: ‘Serhat Albayrak bu konuyu konuşmak istemiyor’
Yani gazetenin yeni patronu da derdime el uzatamamıştı…
Kızım, ailem… Onların geleceğiyle oynandığı için bir kez daha belirtiyorum ki hakkım hakkımı yiyenlere asla helal olmayacak…
Sevdiğim mesleğimden uzak kalışımın hikayesi bu… Bana ‘Neden çalışmıyorsun’ diyenlere yanıtlarım herhalde bu yazının içerinde net olarak gözüküyor…
Medyanın içinde bulunduğu ortam da bana yeni bir kapı açmıyor, açamıyor…Çünkü medya artık tek patronluğa doğru emin adımlarla gidiyor. Gazetecilik de aynı hızla bültenciliğe doğru ilerliyor…
Hep böyle gitmeyeceğine elbette inanıyorum ama ‘Geçen yıllara yazık’ diye içimden geçmesi çok doğal olsa gerek …
Ağustos’ta 3 yıl olacak… Hayat bir şekilde benim için dostlarımla devam ediyor. Ama artık gerçek dostlarımla…
‘Sabah Gazetesi Fenerbahçe muhabiri’ kimliğinden uzaklaştıkça çevremde kalan gerçek dostlarım…
Dilerim tüm gazeteci arkadaşlarımın yolu açık olur… Yaşadığım çirkin tabloyu hiçkimse yaşamaz… Kimsenin işine son verilmez…
Ama her şeyden önemlisi… Umarım en kısa sürede gazetelere gazetecilik hedefleyen patronlar yerleşir… Korkusuzca bu işi yapmak isteyen patronlar, müdürler… İşte o zaman benim zamanında örnek aldığım gibi isimler ortaya çıkar… Şu dönemde örnek alınacak kaç isim var bilemem ama şimdiki aklım olsaydı… Gazeteci olmak değil, gazete bayisinin önünden geçmezdim… Ancak kader, gazeteci oldum ve maalesef çoğu gazeteci gibi başka işlerden de fazla anlamıyorum…

Herkese önü açık yollar dileğiyle…