7 Eylül 2020 Pazartesi

Portakal gibi olmak vardı...


Sık sık dile getiririm 2011’de işten ayrılmamla yaşadığım düş kırıklığını, hainliği…

Temmuz 2011’di… Sabah gazetesinde 10 yılı aşmıştım. Şike Davası’nın ilk ve en hızlı günleriydi. Gazeteye çağrıldım. Serhat Albayrak’ın talimatıyla nedeni belirtilmeksizin ücretsiz izne çıkarıldığım, ay başında hakkımda kararın ‘kendisi tarafından’ bildirileceği söylendi. Bir şey anlamadan asansöre bindim, çıkışa geldim.

Kartım kapıyı açmadı. Yanlış hatırlamıyorsam personel 11. kattı. Oradan aşağı indiğimde kartım iptal edilmişti bile. Güvenliktekilerin kartıyla çıkabildim.

Yılların Sabah gazetesinde böyle bir insani uygulama görmüştüm.

Sonrası malum… Merak edenler detayları eski yazılarımda bulabilir…

O günden itibaren başta Serhat Albayrak olmak üzere, ailemin rızkını elimden alan herkese hakkımı helal etmeyeceğimi her defasında belirttim…

* * *

Fatih Portakal… Seversiniz sevmezsiniz… Beğenirsiniz beğenmezsiniz… Ben severim de, beğenirim de…

Dönem dönem kızdığım, eleştirdiğim elbette olmuştur… Herkesin sevdiğini eleştirmesi gibi!

Ancak kimse tersini inkar edemez ki son 10 yıla damgasını haber spikeri o oldu. Tarzının süratle kopyalandığını gözlemledim ama kimse başaramadı.

Yandaş medya kepazeliğinin yaşandığı bu son 10 yılda aslında fazla da rakibi yoktu, olamazdı da… Çünkü inandığını yapabileceği ortamdaydı. O yüzden de kendi deyimiyle sürekli ‘smaç’ attı…

Vedasında Fox Ana Haber Bülteni’ne konuk olarak katıldı. Keyifle izledim..

‘Bir insan bir yere veda edecekse böyle olmalı’ diye düşündüm…

Ve kendi adıma üzüldüm!

Yarısı Cumhuriyet, yarısı Sabah gazetesinde olmak üzere 20 yılı aşkın süre spor muhabirliği yaptım. Çalıştığım kurumlarda kimseyle aram kötü olmadı. Yanlış bir olayda hiç yer almadım. Sevildiğimi de düşünmüşümdür. Saygı da gördüm ama bolca sevgi yaşadım herkesle.

Ta ki son patronajıma kadar… Önceki patronlarımla da çok fazla bir mesaim olmamıştı. Sonuncularla da…

İşimi yapıp maaşımı kazanmaya çalıştım…

Elbette çok büyük bir spor muhabiri olduğumu hiç düşünmedim, hala da düşünmüyorum. İşine saygılı, ortalamanın biraz üzerinde emekçiydim.

Cumhuriyet’ten ekonomik nedenlerden ötürü ayrılırken çok ağlamıştım, arkamdan ağlayanlar da olmuştu. Bu da bana bir yandan gurur vermişti…

Ama Sabah’tan… Sessiz sedasız koparıldım. Hiçbir hatam ve günahım yokken… Kurban edilmiştim… Ve edenler hiç karşıma çıkmadığı için ‘Neden’ diye soramadım…

Nedenini yıllar içinde daha iyi çözünce öfkem içimde daha da büyüdü ya neyse…

Fatih Portakal iyi insanlarla çalışma şansı yakaladığı için bulunduğu konuma eşdeğer bir saygınlıkta uğurlandı…

O kendi isteğiyle ayrıldı, ben çıkarıldım…

Olabilir, saygı duyarım… Kimse kimseyle çalışmak zorunda değil…

Ama en azından karşılıklı, insan gibi konuşarak bu noktaya gelinebilirdi.

Benim ödülüm ise yıllar içinde zaman zaman karşıma çıktı.

Mesela bana kimse ‘Sen yanlış yaptın’ demedi, aksine Sabah gazetesindekiler bile yaşadığımın ahlaksızlık olduğunu söylediler...

Arada bir yerlere yazmaya başladığımda ‘Neredeydin’ diyenler çıktı…

Spor medyasının şu haline görüp ‘Keşke sizin dönem devam edebilseydi’ diyenlerin ise… Çok fazlalar…

Bunlarla avundum, avunuyorum….

İyi ve düzgün bir görüntü bırakmak da keyifli oldu kendi adıma…

Portakal, herkesle ekran karşısında vedalaşırken helallik aldı…

Aradan 9 yıl geçti. O ahlaksız tutumdan ötürü öfkem dinmediğimden hala hakkımı helal etmiyorum… Etmeyeceğim de… Kimse o insanlardan inançlı, onlar dert edinsin!

Kurdukları komedi medya düzeninde düştükleri durum zaten herkesin gözü önünde!

Herkese işi ne olursa olsun, çalıştığı yerden Fatih Portakal gibi ayrılmasını dilerim…

Sevgiyle… Saygıyla…

Tam zirvede bıraktı ve sevenleri onu çok arayacaktır…

Ancak mesajları çok net ve anlamlıydı….

‘Hep kendimi tekrarlamaya başladığımı gördüm’ dedi… Yani bu ülkede değişen bir şey de yok, bir şey anlayan da… Sanırım bunu yolu yordamıyla dile getirdi…

‘Ertelesem hayatta kendi adıma bazı şeylere geç kalacaktım’ dedi… Çok ciddi bir mesaj olabilir herkese…

 ****

Medya dünyasında alışık olmadığımız şıklıkta bir veda izleyince bu satırları yazmak geldi içimden…

Dilerim herkes işinden gücünden hakettiği şekilde ayrılır…

 Ve dilediği, mutlu olacağını düşündüğü yerlere yelken açar…

Son kez altını çizeyim: Bunun için iyi insanlarla karşılaşmak çok önemli…

Dostluğunu, iyiliğini esirgemeyenlerden kopmamaya gayret edin…

El uzatın ki elinizi tutan olsun…

31 Mayıs 2020 Pazar

Corona Günleri (3)





Akşam dostlarımızdan rakının verdiği dinginlikle güzel uykunun sabahı…
Pazar gününün erken saatleri… Mayıs 2020’nin son günü… Sokağa çıkmak yasak…
1 Haziran tarihi itibarıyla yeni bir dönem başlayacak yaşamımızda…
Ciddi bir yaşam dersi veren Corona sürecinden sonra normalleşme adı altında bir çok yasağın gevşemesiyle yeni hayat başlayacak.
Çay içiyoruz balkonda.. 2,5 aydır eskiden sığıştığımız, şimdi yayılmayı öğrendiğimiz balkonumuzdayız. Etrafta bir sessizlik var ki süreç boyunca alıştım, tutkunu oldum. Bayağıdır hafta sonları sokağa çıkma yasağı var. Her defasında balkona çıktığımda iğrenç kentleşme örneği binaları hala görüyorum ama…
Ama bir de kuş sesleri var ki… Etrafta ciddi bir oksijen tadının içinde ötüşen… İnsan, araba sesi yok… 50 yılı aşkın yaşadığım Moda’da böyle sessiz günleri hiç görmemiştim…
Evet, bir gün normal hayata elbette komple geçeceğiz ama bu sessizliği, kuş seslerini, uzaktan gelen deniz kokusunu, insansızlığı, arabasızlığı…
Özlemeyeceğim diyemem..
Acaba haftada 1 gün bu yasaklar devam etse mi diye düşünmüyor da değilim… Ya de en azından ayda bir…
Çok değişik bir dönem yaşadık… Bir deneyim… Aslında ders dolu bir deneyim de kim ne aldı bu dönemden, onu bilemem…
Süreçten aklımda kalanları mekanıma not düşeyim dedim…
Burada bulunsun bakalım…
-          Çirkin kentleşme doğrultusunda ev yaşamları, dostluklar, komşuluklar ve hatta aile yaşamları farklı bir boyuta giderken.. Bir anda herkes bu dünyayı yeniden keşfetmek zorunda kaldı. Komşuluk sıcaklaştı, paylaşım arttı… Ev bireyleri arasında sohbetler çoğaldı.
-           ‘Kazandıkça harca, mutlu ol’ politikası vardır, büyük güçlerin yönelttiği. Üretemeyip harcadıkça mutlu olanların benimsediği. Eline geçenden kenara koymayanlar bir anda sıkıntı ve karamsarlığa düştü. Ve bu arada şunu tarttılar: Zorlukla kazanılan bu kadar kolay mı harcanmalıydı…
-          Zor bir ülkede yaşıyoruz. Ekonomimiz bir türlü nefes alamazken giderek şartları ağırlaşan bir ülkede. Ülke de sıkıntıya düşünce, yaşayanı da taça çıktı. Birçok devlette vatandaşa yardım haberleri okurken özellikle ticaretle uğraşan insanlarımız büyük bir sarmalın içine düştüler. Ve öğrendik ki bu ülkede yaşıyorsak, pek kimseye güvenmeden tedbir adı altında her an herşeye mümkün olduğunca hazır olmalıyız…
-          Parayla beraber gücün peşinden giden, onu örnek alan bir iklimde nefes alırken birden herkes soluğu tıp insanlarının yanında alıverdi. Çok bilmişler, ukalalar, soytarılar, şarlatanlar kayboldu veya kenara itildi. Doktorlar, bilim adamları yaşam felsefemiz oldu. Önemleri anlaşıldı. Umarım bu devam eder de yeni nesil boşluğun içine artık düşmez.
-          Kuş sesleri dedim.. Sırf o değil. Boğazlar yunuslarla doldu. Sokaktaki kedi köpeğin huyu suyu bile değişti. Sahilleri yeşil bastı. Moda sahilindeki taşların arasından eskiden ot çıkarken artık ağacımsı görüntüler başladı. Renk renk çiçekler doldu sağa sola. Bu kadar kısa süre bile yeryüzünün en kuvvetlisi doğanın ayaklanmasına yetiverdi.
-          Acı gerçekler de yüzümüze vuruverdi. Cehalet, bilimi hiçe sayıp ‘Bize bir şey olmaz’ mantığını savundu, yaşamaya devam etti. Haritalar bazı bölgeleri kıpkırmızı ilan etti. Bu bölgeler ilginçtir şehrin eğitim düzeyi düşük yerlerdi. Oralarda yasaklarda polisle kovalamaca oynamak moda haline geldi. Evet, ekonomik sıkıntı herkesi boğdu ama ‘Yaşamak mı, yoksa bir süre parasızlık mı’ farkı insanlara anlatılamadı. ‘Virüsle yaşamayı öğrenmeliyiz’ politikasını güden ülkelerdeki kayıplar görmezden gelindi. Onun yerine normalleşen ülkeler örnek gösterildi. Halbuki o ülkelerde hükümetlerin insanlara desteği ve o insanların eğitim düzeyleri doğrultusunda kurallara nasıl uydukları görmezden gelindi. Ben ailemle ‘Evde Kal’ çağrısına uyarken akşamları TV’lerde eğitimsizlerin çarşılarda, meydanlarda aptal aptal dolaşmalarını izledim.
-          TV’ler demişken… Son yıllarda temel ilkesi ‘yalakalık’ olan ve ekranları doldurup aklınca tartışan, aslında yavşaklık yapanlara alışmıştık ekranlarda. İzlemiyorduk, olup bitiyordu. Bir anda yok oldular. Bilim adamları doluştu, doktorlar, profesörler… Sonra pandemi azaltıkca malum o boş insanlar geri dönmeye başladılar ekranlara ama mevcut dönemin şartı gereği, zaten onlarsız olmazdı. Ama en azından ne kadar tın – tın olduklarını hep beraber bir kez daha hatırladık…
-          Sevenlerden biri olarak futbolu çok özledim. Maça gitmeyi, maç izlemeyi, o heyecanı. Şimdi maçlar seyircisiz başlayacak ve o tadı asla vermeyecek ama yine de bir teselli. Bu arada başlaması ayrı bir cehalet, onu da not düşelim! Futbol olmayınca ekranların sözde spor programları da yok oldu, dolayısıyla aklınca spor programı izleyenler de arınma fırsatı buldu… Ama biliyoruz ki maalesef yine gelecek cacık yapanlar, ruh çağıranlar… Ve spor programı diye bizlere seviyesizliği sunmaya çalışacaklar.
-          Okuma fırsatı arttı. Ben bile daha fazla kalın kitaplar okudum! Ama gazeteler… Mesleğimin ürünleri… Böyle bir dönemde tiraj patlaması yaşamaları gerekirken daha da beter oldular. Yani Türkiye’de gazeteciliğin bittiğini bir kez daha gözler önüne serdiler… Buna çok üzüldüm…
-          Evlerde en büyük hobi yemek oldu… Yemek ve yapmak…. Bir anda kilolar alındı. Sonra normalleşme başladı. Ve evde yemek işi keyfe dönüştü. Hatta içenler dışarıda aldıkları zevki evde almayı öğrendiler… Evlerimizin güzel yaşam yerleri olduğu ortaya çıkıverdi… Evler demişken, orta sınıf olarak ev yaşamlarında eski adetlerin keyfi çıktı ortaya. Mesela balkonlu evler. Elbette herkesin bahçeli evde oturma şansı yok ama balkon bir ev için çok da fazla lüks değil. Ya da binaların ortak bahçelerin süs olmaktan keyif alanlarına dönüşü… Kenarda unutulmuş muhabbetlere yeniden kavuşma keyfiydi…
-          Şu süreçte çok düşünme fırsatı bulduk. En azından ben buldum. Neler yaşadığımı hatırlama fırsatım oldum. Yaptıklarım arasında hatalarımı anımsadım. Vazgeçilmezim ailem dışında dostlarımı tarttım. Dostlarımla dost sandıklarımı… Hayatta ne yaşadığımı ve neler yaşamak istediğimi… Hedefler koydum kendime, gerçekleştirme olasılığı olan… Zaman gösterecek elbette… İnsanın çapı doğrultusunda yaşamasının daha keyifli olduğunu ve gerçek, kendine yakın dostlarına bu yaştan sonra daha çok sarılmasının önemini iyice hissettim. Bunun başlıca nedeninin onların bir ömür çıkarsızca yanımda olmaları olduğunu hatırladım.
1 Haziran 2020 tarihi itibarıyla normalleşme adı altında eski yaşamlara dönmek için ilk adımlar atılacak…
Aklıma hemen zavallı İstanbul geliyor…
Sıkı dur şehrim… Doğduğum büyüdüğüm şehir… Seni bitirmeye doymayanlar yine kolları sıvayacaklar… Bu kez kendilerini de bitirme pahasına dağılacaklar her tarafa… Tedbir falan hak getire…
Elbette böyle bir süreci bir daha yaşamamak en büyük dileğim ama arayacağımız anları da olabilir…
Umarım herkes farklı olmak kaydıyla her türlü uyarıyı alarak yeni döneme başlar…

12 Mayıs 2020 Salı

Corona günleri (2)....


Şükrü Saraçoğlu Stadı… Yakın ya...
Kendimi bildim bileli tüm Fenerbahçe maçlarına gittim…
Dönüş 40 küsur  yıldır yokuş yukarı olunca sıkıntı verir…
Kışsa üşürüm… Yazsa terlerim…
Her defasında banyo…
***
Perşembe… Cumartesi… Pazar…
Asker gibiyim…
Kızımın basketbol idmanları yıllardır aynı tempoda… Haftada 3 çarpı 2 saattten 6 saat...
Severek sürdürünce bir de güzel dostluklarım oldu zamanla…
***
Emekliyim ya... Kalkar sabahları, genelde Moda’da bir turlarım… Sonra ev, yemek derken…
Üzerime bir ağırlık çeker…
Saat 16.00 oldu, üşenmem. Kalkar kızımı okuldan almaya giderim, başkası gelse de ben de giderim…
Akrabalaşmış veli grubumla keyif yaşarım…
***
Ben bunlardan hiç şikayet etmemiştim ki…
Bir de sevdiğim işler vardı…
***
Annemin doğum günü… Anneler günü…
Çıkar bir yerlere giderdik 4 kişilik dev ailemle…
U döneme denk geldi bu kez…
Daha da böyle özel günler yaklaşıyor…
***
Yokluklarını Allah aratmasın… Arkadaşlarım var, kardeşten öte…
Ayda 2-3 orada burada bir araya gelir içer, kafa dağıtırdık…
***
Eşim de olunca emekli… Hafta içi farklı değer kazanmıştı…
Kimsenin olmadığı anlarda turlamaya, yeni yaşamımıza alışmaya başlamıştık…
***
Gelince bahar ayları, gevşer gönül yayları misali…
Yine dev ailemle bu dönem yazın ne yapacağımızı düşünmeye başlardık…
Ekonomimizin ve takvimin el verdiği en uzun planlamaya girerdik… Lüks falan gözetmeden…
Ben bunlardan hiç şikayet etmedim ki.. Hiçbirimiz etmedik…
Çoğunuz da yaşamındaki detaylardan şikayet etmedi…
Ama yaşam böyle bir şey olduğunu bize en ağır şekilde hatırlattı…
2 ay oldu… Yaşamımızdan çalınan 2 ay…
Ve daha kötüsü önümüzü göremiyoruz…
Yarın ne olacak?
Yazın ne yapabileceğiz?
Kışa nasıl başlayacağız?
Hiçbirini bilemeden evlerde kös kös oturuyoruz…
Kimi dangalaklar ortalarda ahmakça gezerek belki de süreci, tüm itirazlara karşın uzatırken, biz sorumlu insanlar olarak evimizde oturuyoruz. Kaçak olarak çıksak bile kimsenin olmadığı yerlerde bedenimizi soluklandırıp dönüyoruz…
O ahmaklar… O saygısızlar… Çarşı pazar dolaşırken… Biz oturuyoruz…
Annem…
Yaşamımda en saygı duyduğum insan…
80 yaşına geldi…
65 yaş üzerine Corona nedeniyle 55 gün sonra sokak izni verdiler…
11.00 – 15.00 arası..
Yasak dediler ya, 55 gün çıkmadı…
‘Gel sana bir hava aldırayım’ dediğimde… ‘Bir polis beni durdurup bir şey dese utanırım oğlum’ diyecek kadar düşünceli biri insan..
11.10 gibi aradım, yeni çıktığını söyleyince takılayım dedim: ‘Vaktinden çalınıyor’…
‘Görmemiş miyim oğlum ben’ dedi…
15.30 gibi izninin bittiğini söyleyip evine yöneldi…
Ülkemizde bu zihniyetin yoğunlaştığını düşünün…
Kurallara saygılı… Çevresine saygılı… Çünkü kendine saygılı…
***
Nasıl bir illetse…
Hepimizin ömründen şimdilik 2 ay çaldı…
Daha da çalacak gibi…
Biz onu yendiğimizde ise…
Büyük olasılıkla önümüze mecburiyetten yeni bir yaşam çıkacak…
Çok canımız acıdı bu süreçte..
Çok canlar kaybettik..
Ama çok da şeyleri hatırlama, değerlendirme şansı yakaladık…
Mesela…
Söz konusu can olunca para pul demeden doktorlara sığınıverdik… Piyasadaki tüm sahtekarlar kayboldu, yok oldu… Varsa yoksa tıp, bilim insanları… Sığındık onlara…
Mesela…
Doğayı, tabiatı hatırladık…
Denizlerin rengi değişti… Yunuslar yaşamın parçası oldu… Balık çoğaldı…
Şimdilik giremediğimiz parkları, çevremizi yeşillik bastı… Geceleri, sabahları balkona çıktığımızda içimize dolan oksijenin hazzı değişti…
Mesela…
Uçaklar, arabalar kısıtlanınca hava temizlendi… Çevre de kendine geldi. Temiz oldu her yer…
Mesela…
Kendimize iyi bakmamızın önemini hatırladık. El yıkamanın önemi çıktı karşımızsa. Vakit bol olunca okuduğumuz kitapların sayısı arttı. Bir çoğumuz da ailesiyle daha da bütünleşti…
Mesela…
Kendimizi değerlendirme fırsatı bulduk… Daha çok düşünecek zamanımız oldu… Yanlışlarımızı, doğrularımızı…
Ama…
Öküz de öküz kaldı.
O da bir gerçek!
***
Bundan sonra ne olacak, bilinmez…
Çok canlar yandı… Çok sıkıntılar baş gösterdi…
Özellikle ekonomik olarak… Çok aile darboğaza girdi, girecek de…
En acı taraflarından biri bu…
Elele verip kurtulmaya çalışacağız…
Yardımlar yetersiz kaldı, çünkü lüksü seven bir yönetim modelindeyiz yıllardır…
Kenara koyulan paralar yetersiz kaldı, çünkü lüksü seven bir toplumuz yıllardır…
Artık bunların öneminin olmadığını anlayıp daha mütevazi ama garanti bir yaşam modeline girersek…
Belki bundan sonra farklı olabilir…
Yoksa…
Bugün Corona… Yarın başkası…
Her darbede böyle yakalanırız…
Bir maskenin peşinde koşar hale düşeriz…
Bundan gayri..
Hep beraber üretim ve eğitimden başkasını düşünmek insanoğluna yakışmaz…


9 Mayıs 2020 Cumartesi

Kıskanılan insanlar... Anneler...





Sık sık dile getirdiğim bir üzüntüm vardır…
Hayatta bir gün herşey olabilirim ama anne olamam…
Bu beni üzer…
Çocukları çok severim... Ailemi de...
Yaşım 50’yi geçip emekli moduna da geçtikten sonra…
Yaşamımdaki sözde dostluklar giderek azaldı… Özü kaldı… Laf aramızda iyi oldu, kimin ne olduğu da daha iyi anlaşılıyor.. Neyse…
Bu arada ailemle, aile bireylerimle geçirdiğim zaman arttı. Hatta daha tercihim olmaya başladılar…
Ama geçmiş – bugün farketmeden yanımda, yakınımda tutmaya çalıştığım kişi hep annem olmuştur… Yakınımda olmalı ki huzurum yerinde olsun…
Ben anne olamadım… Çocuklar babalarını bu kadar sahiplenir mi bilemem ama…. Maalesef babalar bir yer hep tu kaka olabilirler…
Anne başkadır… Ve iyi ki vardır…
Anam geldi 80’ine… Neyse ki hala genç bir kız edasını koruyor…
Bazen nazı büyük…
‘Tatile gelmem, orada kalmam, beni hesaba katmayın…’
Anlamıyor ki onsuz bir şey yaptığımızda bir yanımız hep buruk kalıyor…
Kendimizce en yüksek seviyede bir aktivite yaptığımızda bile, sağolsun eşim, ‘Keşke Meriç anne de burada olsa’ deyiverir… Kabul etmeliyim ki benim aklıma gelmediği anlarda o der…
Çünkü o da bir anne…
Annelik gerçekten farklı bir duygu…
Benim küçüğüm, kızım… Alırım tüm gün gezdiririm, eğlendiririm. Sarılır, öper, büyüyen diliyle bana teşekkürler falan… Akşam olur, uyku gelir, beraberinde çocukların uyku aksiliği…
A aaa.. Bir anda hedef ben olurum! Anne ise en kıymetli…
‘Kim yatırsın seni?’
‘Annem’
Baba? Yallah….
Aslında bu duruma ‘anne mafyası’ da denilebilir…
Ama iyidir anneler. Eşleri benzerleri yoktur… Onlar kadar kimse sevilemez ve onlar kadar kimse gösterilen sevginin karşılığını veremez…
‘Benim annem..’ diye söze başlayanlara bakmayın…
Annelerin hepsi aynıdır… Aslında tek sevdikleri doğurdukları ve torunlarıdır…
Anlamakta tek zorlandıkları konu ise... Onlar yaş aldıkça bazı çocukların onlarsız bir şey yapmaktan mutlu olmadıkları…
Annelere sahip çıkalım… Anneler de yanımızdan ayrılmasın…
Hayatımdaki tüm anneler…
Hepiniz başkasınız…
Ve iyi ki varsınız…
Kıskanıldığınızı da bilin…
Başta annem… Sonra evimin annesi…
Ve tüm anneler…
Hepinizin günü kutlu olsun…

5 Nisan 2020 Pazar

Corona günleri...







İnsan ömrü sayılı… İnsan ömrünün sağlıklı geçen kısmı daha da sayılı.. Ortalama 75 diyelim…
1968 doğumlu biri olarak yaşamımda çeşitli dönemler ben de yaşadım… Darbe, ekonomik krizler, deprem derken… Bir de Corona süreci sığdı yaşamıma…
Uzun süredir evdeyiz… Nisan ayına girdik… Şafak ise karanlık…
Sorun mu? Elbette… Ama sorun evde olmamız değil… Sorun bir illet karşısında çaresiz kalırken verilen savaş, yanlışlarla uzayan süreç…
Yaşarsak bugünler de bir anı olarak kalacak hepimizde…
Sokağa çıkma yasağı bir türlü getirilemezken sürekli ‘Evde kalın’ baskısı…
Dolup taşan hastaneler…
Herkesin endişeyle birbirini kontrol etmesi…
Her yer kapanırken, iklimin aslında intikam alıp kendine gelmesi…
Maske – kolonya iktidarı…
Herkesi fazlasıyla özlerken annemden bu kadar uzak kalışım… Damla’dan bu kadar ayrı kalması…
Pek hoş olmayan anılarla dolu bir dönem…
Belki birilerine garip gelecek ama benim tesellim özlediğim annemi bir an için kenara koyarsak, ailemle beraber olmak… Olabilmek… Eşim ve kızımla olunca, anamın da iyi olduğunu bilince aslında isyan etmemek gerektiği de kanısındayım…
10 yaşına geldi Damla… 4-5 yıl sonra kopmalar başlayacak… Ve bu hızla artarken gün gelecek…
Yok yok.. Onu düşünmek istemiyorum! Umarım ben bunamadan gitmez bu evden…
Bu süreçte hiç olmazsa doya doya, 4 duvar arası da olsa onla 24 saat soluyorum…
Şık çekirdek aile olmanın huzuru, sağlığımız süreç içinde tesellimiz…
Dilerim böyle de atlatırız…
Ve annemi de en kısa sürede yeniden yanımızda görmeye başlarız… İnadından bize gelmemesi de notlarımız arasında yer aldı!

***
 
Yine bu dönem çok dile getirilen bir konu da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı…
Katılıyor muyum? Kesinlikle evet…
Bu dönem, bu illet aslında bizlere çok da ciddi dersler verdi… Bundan sonra yeni sayfalar açmamızın  şart olduğunu gözümüze soktu …
Bu kabus bitip yeni hayata adım atmaya başladığımızda eski yaşamımıza dönmeye çalışırsak… Çektiğimize kesinlikle değmeyecek…
Aslında iklimi, coğrafyası çok ama çok güzel bir ülkede dünyaya gelmişiz. Ve bu ülkeyi bitirmek için belki de bir düşmanın yapmayacağını yıllardır itinayla gerçekleştirmişiz…
Amaç? Daha çok kazanmak… Daha lüks yaşamak… Daha çok zengin olmak… Daha daha daha…
Şimdi?
Herkes can korkusuyla yusuf yusuf… Ve bu topraklar, yokluğumuzda kendine gelirken bizlere de aslında kahkahayla gülüyor…
Bu dönemin unutulmazları arasında ‘Herkes ekonomi çalıştı… Soru bilimden geldi’ cümlesi yer aldı…
Bundan sonra toprakla, tabiatla, iklimle barışıp yeni hayatımıza oradan başlamazsak yıllar sonra yine sürünürüz…
4 mevsimin bir anda yaşandığı Türkiye’de İstanbul’a kilitlenip kalmanın anlamını çözememişimdir. Ek toprağını, ver emeğini, kazan paranı, gel İstanbul’a tatile, çok seviyorsan.. Ama kısıtlı yaşayıp diğerlerine kalabalık edeceksen, ne işin var bu şehirde? Umarım bu süreçte memleketlerine kaçanların gelmeyeni çok olur… Ve eminim ki oralarda daha da mutlu olurlar…
Bu ülke yeniden bir hayata başlayacaksa… Bunun yolu tarımdan geçer… Sebze meyveden geçer… Hayvancılıktan geçer… Turizmden geçer… Buralardan kazanılan paralarla önce karnımız doyar. Sonra fazlayı satıp kazandığımız paralarla önce beyin göçünü önleriz. Kendi bilim adamlarımızı yetiştiririz. Ondan sonra teknolojiymiş, teknikmiş dünyayı yakalamaya çalışırız. Çok da gerekli mi, ayrı tartışma konusu…
Bu arada… Corona efendinin öğrettiği üzere… Tıp bilimi için de gereken yatırımı ülke olarak kazandığımızla yapmalıyız…
Yıllar önce Küba’ya gitmiştim. Sağolsun, bir dostumun önceliğinde unutulmaz bir deneyim edinmiştim… Çok farklı izlenimlerim olmuştu orada… İnternet yoktu… Televizyon kısıtlıydı… Marka yoktu… Lüks araba yoktu… Lüks hayat yoktu… Ama mutlu insanlar vardı… Herkes dans ediyordu.. İçmeye, sarhoş olmaya ihtiyaç duymadan dans ediyordu… Sohbet ediyorlardı yüzyüze… Giydikleri, gidip gelebildikleri onlara yetiyordu… Balık tutup küçük sofralar kurarken çok gülüyorlardı… Belki dış dünyayı merak ediyorlardı ama kendi içlerinde mutluydular… Ve bu arada çok okuyorlardı… Evet, girip çıktığım her evde ciddi kitap sayısıyla karşılaşıyordum… Ama eğitici kitaplar. Belki üzerlerindeki kıyafetler çok şık değildi ama en küçük köylerde bile okullarda tüm çocuklar pırıl pırıl, bir örnek kıyafetleriyle dikkat çekiyorlardı… Burası dünyanın en ciddi tıp eğitiminin verildiği, tıp hizmetinin alındığı ülkeydi…
Ve ülkemiz… Zenginliğin hedef olduğu ülkemiz… Dünyanın 50 yıl ürettiği arabayı kendimizin üretme ihtimaliyle mutlu olan ülkemiz… Tüm kaynaklarını, fabrikalarını, yıllarını, köprülerini sattığımız ülkemiz..
Biz artık topraktan başlamalıyız… Bunu inkar edenle kendi adıma tartışmam olmaz… Zenginden alıp toprağa aktarmanın zamanı…
Taktik net: Ek, biç, karnını doyur. Fazlasını sat, para kazan. O zaman yatırıma başla…
Buna bu ülkenin yüzde kaçı sabır gösterir bilemem…
Bir ağbi var Almanya’da, çok sevdiğim. Yakın çevrem tanır. Ona sordum, Corona döneminde Alman hükümeti ne yardım yaptı size diye… 2 dükkanı var..  ‘Küçüğe 7 bin Euro (dükkan kirası 2 bin eoruymuş), büyüğe 8 bin euro destek verdiler. Çarşamba başvurdum, cuma geldi para’ dedi.
Sonra Almanya bizi kıskanıyor. Siz de bunu yiyorsunuz…
Ben yemiyorum…
Bu nedenle ülkemin güçlü olmasını istiyorum..
Bu nedenle bu yönetim biçiminin uygun olmadığını düşünüyorum..
Ve bu nedenle Corona’nın bize yaptığı uyarıyı çok ciddiye almamız gerektiğini düşüyorum…
Zihniyet değişikliği yaşamamız şart olduğunu düşünüyorum…
Paraya değil… Dostluğa, emeğe, kazanırken kendi şartlarımızla gülüp eğlenmeye mecbur olduğumuzu düşünüyorum…
Daha sosyal bir düzen istiyorum. Zengin – fakir elbette olacaktır ama yaşam eşitliği umuyorum… Birbirine saygı bekliyorum…
 ***
Bu süreç bir de bizi bizle yalnız bıraktı… Herkes kendi başına kalınca muhtemelen kendini yargılama şansını da sık sık yakalamıştır…
Siz de tartın kendinizi… Hatalarınızı düşünün… Şükretmeniz gerekenleri bir kez daha anımsayın… Çevrenizi teraziye koyun… Kendinizi de koyun… Nasıl bir rotada seyrettiğinizi, asıl zenginliğinizin ne olduğunu keşfetmeye çalışın… Yaşama ne kattığınızı yargılayın…
Yapmıyorsanız da yapın bunu…
Bundan sonra başlayacak yeni hayatta yardımcı olacaktır..
Çevreniz doluysa veya boşsa nedenini düşünün… Bir de çevrenizdekilerin neden sizle olduklarını anlamaya çalışın…
Aslında bunu ben yıllardır yapıyorum ama yine düşünmekten, yüzleşmekten vazgeçmiyorum… Mutlu olmamı sağlıyor…
Ailem zaten sıkıntısız ne mutlu ki… Son 10 yılda biraz mesafeler girse de araya hep onları yanımda hissedebiliyorum.
Bir de arkadaşlarım var… 10 yıl öncesine göre bir kısmı koptu, yenileri eklendi… Şimdiki tablo beni çok mutlu ediyor… Ve onlarla geçirdiğim günleri özlüyorum… Özleyecek böyle ortamlarım olduğu için de seviniyorum…
***
Belki çok uzun yazdım ama burası benim mekanım… Hem yazdıkça rahatlıyorum… Hem de kızıma bir şeyler bırakıyorum… Bir gün göçüp gittiğimde belki de bu yazdıklarım beni ona en iyi tanıtacak şeyler olacak…
***
Çok insan yitirdik bu süreçte… Bu satırları yazdığım günlerde de yitirdiklerimiz sayısında üzücü bir artış var. Dilerim bundan sonraki mekanlarında huzur bulurlar. Geride kalanlarına sabırlar dilerim…
Yaşamamız gereken bir illetmiş Corona denen bu virüs… Bizi, tüm insanlığı daha ne kadar etkileyeceği de meçhul…
‘Benden alınacak çok ders var’ dercesine hükmünü sürüyor… Kimseyi de kayırmıyor…
İstanbul’da oksijen kokusu hakim oldu… Venedik’te kanallarda balıkların yüzmeye başladığını okudum… Her yerde ciddi bir hava temizliği söz konusu… Ama ne yazık ki aldıkları kat be kat fazla…
İstanbul’un sokakları bomboş. Bir türlü ilan edilemeyen sokağa çıkma yasağı ve ‘Evinizde kalın’ söylemlerine karşın bazı ahmakların dolaşmalarını korkuyla izliyoruz... Alınan tedbirlerde, uygulamalardaki saçmalıklar ise tarihimizin sayfalarına yazıldı…
Hayatın kısıtlandığı ilk günlerde milletin sahillere koşması ‘sahil ve mangal yasağı’nı getirdi… Okullar tatil edildi, otogarlara yığılanlar virüsü ülkenin her tarafına taşıdılar… Umre’den gelenlerde Corona tespit edildi, karantinadan kaçan kaçanaydı… Bazı illere giriş - çıkış yasaklandı, kilometrelerce araç kuyruklarında neler yaşandığı meçhul… Bakıldı ki bu iş uzayacak, parası olan hastanesi yetersiz Bodrum, Marmaris gibi tatil beldelerine akın ettiler, ‘Ne olur gelmeyin’ uyarılarına karşın…
Bunlar şimdilik olanlardan başlıklar…
Daha neler olacağı meçhul…
Ama en önemlisi… Bu virüs canlar aldı… Ömrümüzden aldı… İçimize korku saldı… Ne yazık ki uzun süre atamayacağımız korku…
Yine de… Bir çok şeyden ders almayı başarırsak.. Bu yırtıcı, yıpratıcı savaştan bir şekilde çıkabiliriz…
Ancak önce iyi insan olmamız şart… Eğitimli, modern, hırsı olmayan, paylaşan, yetinmeyi bilen, egosuz insanlar…
Güzel günlerde görüşmek dileğiyle…


1 Kasım 2019 Cuma

Medyatik haller...


Belki de benim için en uzun yazı geride bıraktık…
Eşimin de emekli olmasıyla başladığımız yeni hayatta, bu yazı  2 aya yakın süren tatille kendi çapımızda çok güzel geçirdik… İstanbul’dan bu kadar ayrı kalmak da ayrı bir keyifti…
Doğal olarak dönüşte her türlü takılmalara da denk geldik. Emekli olmayı zengin olmakla karıştıran ciddi bir kesim var içimizde… Oysa biz sadece emekli olduk, zengin değil!
Peki o kadar uzun tatil?
Bunu da çok merak eden oldu. Gelin bir ara, harcadığımızı ortaya koyalım. 2 ayda eski 15-20 günlük maliyeti ancak bulmuşuzdur. Elbette kucağını açan dostlar da sağolsun ama biz de son derece ekonomik davranınca gezip tozmamız uzadı da uzadı…
Bundan sonra emekli bir çift olarak tüm arzumuz daha çok gezmek. Kızımızın eğitiminden kalanı en ekonomik şekilde kullanıp zamanla çok farklı yerleri görmek en büyük hayalimiz…
Kısmet artık…
Türkiye şartlarında çocuk okutan emekli çift olarak nasıl olacaksa...
Bu yaşta emeklilikten bahsetmek elbette üzücü… Ama hayat şartlarımız böyle gelişti…
Ben ciddi ciddi bir emekli insan moduna geçeli bayağı oldı. Tercihim bu değildi. Ama iş ortamları malumunuz. Çevre falan da tıkanınca… Baktık başımızın çaresine…
Bu arada serde gazetecilik olunca… Birçok konuyu ama özellikle mesleğimle ilgili gelişmeleri, medyayı ilgiyle takip ediyorum…
***
Ediyorum ve üzülüyorum!
Son günlerde Hürriyet gazetesinde rezilce işten çıkarmalar gündem oldu…
Aslında mesleğimizin bu hallere geleceği çok önceden sinyalini vermişti… Kimseler görmemişti…
Benim de çıkarıldığım dönemlere, 2010’lu yılların başlarına dönelim. Mevcut iktidar güçlenme planları içine medyayı ele geçirmeyi de koymuştu. Ve 2010’lu yılların başıyla ‘yandaş medya’nın temelleri atılmaya başlandı.
Zamanla onlardan olmayan herkesin öyle ya da böyle kurumlarıyla ilgisi kesilirken onlardan olanlar itinayla sağa sola yerleştiriliyordu. Ortada kalanlar için tek şart vardı: Biat…
Örneğin ben… Şike davasında yargılandığım için işten çıkarıldığım, mahkemeye delil olarak sunuldu. Kayıtlarda var… Oysa gerçek basit: Benim şike davasında yargılanmışlığım falan yok!
Spor muhabiri de olsam Cumhuriyet gazetesi kökenli olduğum için çıkarıldığımı aklı çalışan herkes biliyor…
Ve işin daha komiği… 2011’deki bu yaşanmışlığın davası hala bitmedi. Hala 10 yıllık emeğin karşılığını alamadım, davam Anayasa Mahkemesi’nde bekliyor da bekliyor…
Ülkem halleri…
Neyse…
Zamanında genç bir gazeteci olarak Hürriyet, Milliyet veya Sabah’ta çalışmak benim için de büyük bir hedefti… Ne mutlu bana ki Sabah’ın gazete olduğu dönemde bu hedefe ulaştım. Çok güzel 10 yıl geçirdim orada. Gazeteydi o zamanlar… Gazetecilik yaptık… Yanlışıyla doğrusuyla… Ama ‘Sus’ denmedi, kendimizi de kimselere teslim etmedik… Gelelim son yıllara…
Sabah, gazetecilikten bildiri yayıncılığına dönüştü. Milliyet çöktü… Ardından Hürriyet… Diğerleri de farksız… ‘Alın maaşınızı, ne denirse onu yapın’ devri başladı… Artık o da bitti. ‘Size maaş da yok, hadi yallah’ dönemine geçildi… Kapanan gazete, TV kanalı haberleri peşi peşine geliyor…
Gazetecilerden de… Ama gerçek, emekçi gazetecilerden, muhabirlerden de sona kalanlar ayıklanmaya başladı… Tebligatla işten kovma hiç aklıma gelmezdi, o da yaşandı ülkemizde… Gazetecilikle ilgisi olmayan bir patronun bu iğrençliğinin ardından sözde gazetelerden onurlu istifalar da duyuluyor…
Ekmek parasından olmak, hele kendi isteğiyle insan için zor bir karar. Dayanılmaz çirkinlikler bazılarını bu noktaya taşıdı…
Gelelim bir de madalyonun öteki yüzüne…
Sizlere… Sokaktaki insanlara…
Kimsecikler gazetelerine, televizyonlarına sahip çıkmadı… Yandaş medya tüm gücüyle çalışanlarını, basını ele geçirirken ‘Aman ya… Zaten gazetelerde okunacak bir şey kalmadı’ deme basitliğine kaçıldı…  
Aynı şey televizyonlar için de geçerli… Kendi branşımdan örnek vereyim… Spor medyası bile rezilliğin doruğunda. Bu kadar futbol seven bir ülkede yapılan spor programlarına, reytinglere, çıkan kişilerin kimliklerine bir bakın…
Ama kabahat herkeste… Bu ülke, yıllarca Rasim Ozan Kütahyalı gibi insanların spor programı yapmasına göz yumdu. 1990’lar modeli saç kesmesine, forma giymesine iddiaları seyretti. Ekranda bağırıp çağırırken kavga edenler gündem oldu, günlerce konuşuldular… 
Bunlara çok bilenler de eklendi... 20 yıl futbol oynamış, 20 yıl teknik adamlık, 20 yıl da yöneticilik yapmışcasına bilmişler her tarafı kapladı... Bir nevi 'spor dünyasının akilleri'... 
Bu arada medyanın temel kaynağı habercilik unutuldu gitti. Birilerinin adamı olmak veya birilerine yanaşmak öncelik kazandı…
Çünkü sokaktaki insan bunlara tavır almadı…
Çünkü sokaktaki insanın bunlara tavır alacak eğitimi de yok zaten…
Zafer Arapkirli ağabey yıllardır çalışabildiği her ortamda ‘Sizin görüşünüzde olsun olmasın, her gün gazete okuyun’ çağrısı yapar durur. Katılırdım ona. ‘Ama eleştirinizi de ortaya koyun’ demesine daha fazla onay verirdim..
Ama artık onla aynı görüşte değilim…. Bu gazetelere prim vermemek daha doğru olmaya başladı kanımca..   
Bakmayın siz tirajlardaki 200-250 bin arasındaki rakamlara. Ne Sabah ne Hürriyet 100 bin bile satmıyor… Yıllarca 200-250 aralığında dolaşan spor gazeteleri 60 binleri şimdilik anca görüyor.  
Sakın internet ortamlarından falan bahsetmeyin. Gazete patronları haberden korkuyor, habercilik istemiyor. O nedenle internet ortamlarında da haber dolaştığı falan yok. Bu da tirajların gerçeğe dönüşmüş halini sergiliyor…
Yani gazetecilik öldü bitti… Etraf çirkinliklere kaldı maalesef… Okunmayan gazeteler, seyredilmeyen programlar….
***
Kışa giriyorsunuz… Ülkenin ekonomik şartları doğrultusunda geçim zaten giderek zorlaşıyor… Ve derken eve gelen tebligat yöntemiyle işsiz kalıyorsunuz bir sonbahar gününde…
Kabus gibi değil mi?
Hürriyet’te çıkarılanlar arasında kanser tedavisi gören olduğu da söyleniyor…
Yazıktır günahtır…
Niye onlar? Çünkü sendika ihtimali var, bir gün hak falan aramaya kalkarlar.. Aman aman…
Yaşadım o günleri…
Sonrasında bu arkadaşlara, emekçilere ‘Aman kardeşim, üzülme boşver. Başka kapı açılır. Senin gibi gazeteciye iş mi yok’ falan denecek… Etraflarındaki güçlü insanlar merak etmemelerini tavsiye edecekler… Sonra zamanla çember küçülecek, gerçek dostlarla başbaşa kalınacak…
Ama en acısı.. Bu kişiler arasında mesleğini çok sevenlerin büyük çoğunluğu bu meslekte iş bulamayacaklar. Bulsalar bile tadı olmayacak…
Hürriyet gibi bir dev, gazetecilikten bi-haber, biat altındaki patronların elinde olduktan sonra…
***
Ben mesleğe başladığımda da patronlar çok eleştirilirdi. Dinç Bilgin, Aydın Doğan, Simavi ailesi, Mehmet Ali Yılmaz gibi tüm isimler patron oldukları dönemde eleştiri oklarını üzerlerinde topluyorlardı. Ama ben de o isimlerin bugünlerden çok daha iyi patron olduklarını düşünenlerdenim… Çünkü onlar iyi kötü gazeteciliği bilip gazetecilik hedefliyorlardı. Elbette farklı işler de kovalıyorlardı ama gazeteleri milyona yakın satıyordu… Tirajlar düşünce bir çare arıyorlardı. Ve gazetecilere değer veriyorlardı…
Bir de şimdikilere bakın.. Ve onların çalıştırdıkları yazarlara, gazetecilere…
Herkese çok geçmiş olsun…
Dilerim bir gün zengin birileri çıkıp gazetecilik, televizyonculuk yapmayı hedeflerler. Benden geçti ama gelecek kuşakların buna ihtiyacı çok var…
Sokaktaki insanın da…
Medyası güçlü olmayan ülkelerin durumunu incelemenizi tavsiye ederim.
O zaman niye ‘yandaş medya’nın hayata geçirildiğini daha iyi anlarsınız…
Bu arada… Ekonomik şartlarla boğuşan az sayıda size yakın gazete de vardır mutlaka. Onlardan desteğinizi esirgemeyin… Sizlerin desteğiyle büyürlerse büyürler… Kapı açarlar… Kadroları zenginleştikçe gelişirler… Buna onların da, ülkenin de çok ihtiyacı var…
Ve en önemlisi… Verdiğiniz desteği herkese hissettirin… Emekçisine de, patronuna da…
Ve bunu gereksiz yerlerde değil, doğru yerlerde yapın… Primi yanlış yerlere tanımayın…
Örneğin… Bir spor programında uzayla konuşuldu bu ülkede… Adamın biri boru üfledi stüdyoda... Neler oldu neler… Ve bunlar günlerce konuşuldu, eleştirildi. Ve bunu yapanlar bundan prim sağladılar aslında…
Bu yanlışa düşmeyin…
Muhatabınız güvendiğiniz, beğendiğiniz olsun…
Sağlıcakla kalın…
Mutlu olun… Olabildiğiniz kadar…




29 Nisan 2019 Pazartesi

Yeni bir emekli...







Her insanın yaşamında kritik virajlar, yeni dönemler vardır…
Mehtap Derinsu… Eşim… O da yeni bir döneme başladı…
O da benim gibi artık bir emekli…
Hayatı 5 dönemde yaşadığımızı düşünebiliriz… İlki çocukluk, sonuncusu ihtiyarlık… Her ikisinde de çeşitli kısıtlamalarla karşı karşıya kalırız…
Aradaki dönemi 3’e ayıralım.. Bunun 2’sinde çalışırız, birinde de genellikle emekli sınıfında yaşamın keyfini daha yoğun bir şekilde almaya çalışırız…
Mehtap da bu sürece girdi…
24 dolu dolu iş yaşamından sonra aktif çalışmaya nokta koydu…
İş yaşamının büyük çoğunluğunu geçirdiği Denizbank’da, bırakırken hiçbir çirkinlik yaşamadan, aksine teşekkürlerle, tebriklerle ayrılması herhalde gurur kaynağı olmuştur 24 yılın ardından… Ben eşi olarak son günlerde yaşadıklarını görünce fazlasıyla mutlu oldum, gururlandım…
Yakın çevremin iyi bildiği üzere ben iş hayatıma onun kadar güzel bir nokta koyamamış, ahlaksızca mesleğimden uzaklaştırılmıştım. Böyle olması beni çok üzmüştü, bunu da sık sık dile getirmiştim…
Aradan 8 yıl geçti… Çevremde ‘dostum’ olarak bildiğim insanların büyük çoğunluğu dutun ağaçtan düşüşü gibi yaşamımdam düştüler… Durumu anlamayanlar oldu, o oldu, bu oldu… Çok şaşırdığım kişiler oldu ama sonuçta ‘öz dünya’ma gerçek dostlarımla döndüm…
Belki çok daha zor günler yaşardım psikolojik olarak. Ama ailem hep yanımda oldu… Başta da elbette Mehtap…
Bankacılık çok zor, çok stresli… Özellikle son yıllarda bozulan ekonomiyle sanırım meslek olarak medya gibi çıkmaza giren sektörlerden biri. Ama Mehtap o zor günlerinde bana en güçlü eli uzatandı. Hem işiyle hem benle uğraştı bir dönem… İş bulamadığım anlarda o çalışırken bana kızımla ilgilenmenin de ailemiz adına çok önemli olduğunu hissettirdi.
Birbirimize kenetlendik, annem ve kızımızla beraber çekirdek aile olarak dik durduk… Şimdi Mehtap da aramızda bir emekli olarak yer alacak…
Ülke şartlarında aslında en güzeli, emeklilikle beraber kişiye bir de piyango çıkması! Henüz o yok ama emeklilik de bir nevi piyango… Bundan sonra şartlar doğrultusunda dostlarımızla kalan yaşamımızdan keyif almaya çalışacağız…
Kimbilir… Belki bana belki Mehtap’a yeni fırsatlar çıkar zamanla… Ama çıkmasa da ‘Hayat yaşadığımız gündür’ ilkesiyle Mehtap da emekliğinin keyfini çıkaracaktır. Çünkü bunu haketti ve onu yaşamında daha çok göreceği için heyecanlanan bir Damla söz konusu…
Şöyle bir düşününce 24 yıl bir meslekte kolay değil… Bu yıl bir kontrol için 3 gün izin almıştı. Ondan bile huzursuzken işlerinin 1.5 günde bitmesiyle bize 1.5 gün kalmıştı. 24 yıl boyunca minimum rapor kullanan Mehtap, o 1.5 günde daha bir huzursuzdu, ‘Ben alışık değilim böyle durumlara’ deyip durmuştu…
24 yıl… Sadece resmi ve yıllık izinler… Onca müşteri… Onca dost… Onca stres… Araya sığan bir evlilik… Ardından Damla… Ömrün ciddi bir bölümü... 24 yılın alışılan düzeninden vazgeçmek Mehtap için de kolay olmayacaktır… Bir başka deyişle tembel hayatına geçiş kolay olmayacaktır…
Ama insanoğlu her türlü düzene zamanla ayak uydurur… Mehtap da uyacaktır…
Emekliliğin hayırlı olsun hatun…
En güzel gülümsemelerine devam edeceğin bir yaşamımız olur umarım…
24 yıl iş hayatının yarısında ben vardım... Emekliliğinde hep olacağım... 
İyi ki varsın...