17 Ağustos 2025 Pazar

Bir bayram olmaz mı? Yeni yüzler?

 

Yorgun ülkenin yorgun insanları olarak bir yazın daha sonuna geliyoruz. 2-3 haftaya okullar açılacak, ardından çocuksuz aileler gidip gelecekler ve tahmini 1 ay sonra herkes şehrinde rutinine dönecek…

Hazır mıyız rutine? Kendini hazır hisseden, tatilde moral ve enerji depolayan var mı, bilemiyorum… Ama sonuçta unutulmaması gereken tek bir nokta varsa, o da hayatın devam ettiği… Türkiye’de yaşıyoruz, zorluk derecesi oldukça yüksek ve yükseliyor… Ama kaçış yok, olmamalı…

Ülke sonuçta bizim… Her şekilde sorumluluk bilinciyle yaşarken olabildiğince de mutlu olmaya çalışmak lazım… Belki artık çok klasikleşti ama çağımızın en büyük illetlerinden biri stres…

Acaba içinizde stresli işler, dönemler sonrası sıkıntı yaşamayan var mı? Ya da… Sürekli daha iyisi olsun derken bu sıkıntıyı yaşamayan?

Böyle dönemler yaşamaktansa belki bazı şeylerden vazgeçmek, daha sağlıklı bir yaşam için çok daha mantıklı…

Bir dönem ayrılık sonrası İstanbul’a dönmek bile, ben gibi bazılarınızda stres yaratıyor olabilir. Uzak durmak lazım bu kafadan… Evet, Türkiye’de yaşam çok sıkıntılı. Her gün ayrı bir kötü haber. Haberler kabus. Neredeyse iyi bir şey olmayalı ayları geçti, yılları zorluyor ama… Ama işte… Hayat devam ediyor…

Vardır aileniz… Eşiniz dostunuz… Gerçek anlamda yanınızda olanların kıymetini bilmek lazım bu süreçte. Birlikten kuvvet doğacağını unutmadan mantıklı insanlarla omuz omuza yürümek size de iyi hissettirir…

Son dönemdeki yangın haberleri benim de sizler gibi içimi çok acıttı. Yanıp bitiyor her yıl, her taraf… Bir türlü gereken önlem alınamıyor…

Geçenlerde bir yerde öneri olarak okudum da çok aklıma yattı… Bir sürü bayram günümüz var. Doğanın bu kadar hasar gördüğü ülkemizde mesela bir de ‘Ağaç Bayramı’ adı altında bir gün yaşamamız çok mu zor? Hadi mesai günlerine kıyılamıyorsa, bir ayın bir pazarı tüm ülkede herkes ağaç dikmekle uğraşsa…

Ne dersiniz, geleceğe çok güzel bir miras olmaz mı?

 

 

BİR DAMLA FENERBAHÇE

 

Renkli eylül Fenerbahçe’yi bekliyor. Avrupa’da rota, Göztepe beraberliği ile kaoslu başlayan ligde gidişat ve kongre! Belli ki Fenerbahçe yine gündemden düşmeyecek…

Ali Koç başkan ve yönetimi bu sezona da bu kez transfer eksikliği sıkıntısıyla başladı. Para var, hoca var, transfer yok! Kadro geçen yıldan zayıf gözüküyor. Pazarlıkla oyuncu kovalanıyor ama İzmir’de olduğu gibi puanlar yitirilirse, kırılganlığı maksimumda olan ortamda bu kayıplar para ile getirilemez! Hele de kongre kapıdayken…

Aziz Başkan Fenerbahçe’ye 1998’de geldiğinde kongre üyesi sayısı 10 binin altındaydı. O gün 10 yaşında olanlar bugün 40’lara yaklaşıyorlar… Ve kongre üyelerinin sayısı 60 bine yaklaştı sanırım. Sıkı bir başkanlık yarışında 30-35 bin civarında oy atılması söz konusu…

Neden mi yazdım bunları?

Artık oy atacak yeni kuşak geçmişi yaşamamış kuşak. Ve görüyorum ki 3-4 ismin üzerinde dolaşan Fenerbahçe kulislerinin gündemi bu kuşağa çok itici gelmeye başladı. Çok insan var, Aziz başkanın ilk yıllarını yaşamayan, Ali Koç başkanın yöneticilik günlerini anımsamayan, Sadettin Saran’ın yöneticilik yıllarını bilmeyen. Bu dönemlerin detayından haberdar değiller ve olmak da istemiyorlar. Beklentileri artık yeni isimler, yeni yüzler…

Olmaz mı Fenerbahçe gibi bir ailede, elbette var ama köşe başları o kadar sert tutulmuş ki, bence ortaya çıkıp bunlarla uğraşmak istemiyorlar…

Bu nedenle aday olsun olmasın, herkes bilmeli ki 25 yılda 2 başkan yaşayan Fenerbahçe’de artık çok şey geride kaldı. Eğer bir görev düşünen varsa, yeni kuşağa yönelmeli… Aziz ve Ali başkanlar bunun farkında. Sürekli gençlerden bahsediyorlar ama gençler kırgın, üzgün… 10 küsur yıl şampiyon olamamış bir Fenerbahçe’yi hiç kimse düşünmemişti… Ve birbirlerini her fırsatta bu kadar yıpratan eski – yeni başkan ile yöneticilerin savaşı da beklentiler arasında yoktu…

Ne dersiniz?

Acaba yeni yüzler, yeni insanlar daha faydalı olmaz mı Fenerbahçe’yi ayağa kaldırmaya?

3 Ağustos 2025 Pazar

Baba - kız baş başa... Eylülde başkan...

 

Baba olduğumda, çoğu insan gibi, aklıma düşen ilk hayallerden biri de ‘Acaba ne zaman baba – kız bir tatil yapabileceğiz’ olmuştu. Sanırım bunu hedeflemeyen de yoktur…

Damla’yla ilk kez bu yıl, 15 yaşındayken kısmet oldu. Aslında, son yıllarda bir araya geldiğimiz yol arkadaşı dostlarımızın evinde ailece onları beklerken başlayan tatilimiz, eşimin 1 hafta İstanbul’a gitme zorunluluğu ile beni ve Damla’yı , Fındık ile bir dağ başında 1 hafta beraberliğe yöneltti.  

Bilmem Damla bu 7 günü ileride nasıl hatırlar ama süreç bana bu hayali kurmamda ne kadar doğru olduğumu gösterdi.

Damla artık bir evlatla arkadaş karışımına dönüştü. Uyku geldiği anlardaki sevimli huysuzlukları dışında o kadar güzel vakit geçirip yardımcı oldu ki, bana defalarca ‘İyi ki baba olabilmişim’ dedirtti.

Bir yaylanın en tepesinde beraber alışverişimizi yapıp sofralar kurmak, TV seyretmek, denize gitmek, temizlik yapmak… En güzeli sabah beraber kalkıp günü planlamak…

1 haftanın nasıl geçtiğini kendi adıma anlamadım bile…

Doğanın içinde yaşarken insanın sorumluluklarını ona hissettirmek ve ondan bunun karşılığını almak beni mutlu etti. Beraber çok daha rahat bir ortamda, sağda solda karnımızı doyurup da geçirebilirdik bu süreci. Ama babanın çocuğuna hayatın gerçeklerini göstermesi açısından bu zamanı böyle geçirmemizin çok daha faydalı oldu sanırım.

Başbaşa sohbetlerimizi hiç unutmayacağım sanırım. Kızımın ne kadar büyüdüğünü görürken onu daha yakından tanıma fırsatım da oldu.

Sonuçta…

Baba ve çocuğun böyle süreler yaşaması sanırım fazlasıyla gerekli. Eşimin, annemizin yanımızda olması elbette keyifli ama bu da çok farklıydı…

Damla ister mi bilemem ama umarım kendisiyle defalarca böyle günler yaşama şansı yakalarım… Büyüdükçe daha da keyifli olacağına eminim…

Ve tüm babalara canı gönülden böyle tecrübeler dilerim…

 

***

Sizlerden gelen yorumları dikkatle izliyorum. Bazıları isimsiz çıkıyor, kim diye merak ediyorum. Bunların takipçilerle beraber artması en büyük dileğim…

Gelen tavsiyeler doğrultusunda artık daha kısa yazmaya gayret edeceğim, ilk başlıca eleştiri bu oldu ;)

 

BİR DAMLA FENERBAHÇE

 

Yılın ilk ciddi sınavı, Feyenoord maçı geldi çattı…

Geçen yılın sonlarında ciddi eleştiriler alan, istifaya çağrılan başkan Ali Koç ve yönetiminin bu maça kadar bu kadar az transfer ve eksik kadroyla geleceği hiç aklımdan geçmemişti.

Üstelik kongre arifesi denecek bir dönemde, başkan adayı isimlerin bu kadar dolaştığı, hele de Aziz Yıldırım gibi ciddi bir tecrübenin ortada olduğu süreçte Feyenoord maçına bu kadroyla çıkmak… Aklımın ucundan geçmemişti…

Son günlerde yaşanan gelişmeler, bana Fenerbahçe’de muhalefetin yine başarısız olduğunu gösterdi. Eğer bu şekilde muhalefet olursa, kimse farklı yerlere çekmesin, Ali Koç eylül ayında yeniden başkan seçilir.

Fenerbahçe bildim bileli muhalefetin en sert ama bir o kadar da en yanlış olduğu kulüptür. Ve o yanlış politikalar her zaman iktidardaki isimleri daha güçlendirmiştir.

Feyenoord eşleşmesinde Hollanda ekibi kağıt üzeri favori. Ama söz konusu Fenerbahçe olduğu sürece beklenti her zaman vardır. Fenerbahçe futbol takımı bir bütün halinde kim olduğunu hatırlayıp ona göre mücadele ederse, turun geçilmemesi için herhangi bir engel olmaz…

Evet, kadro eksik, transferler hala sürecek gibi gözüküyor ama eksik dediğim kadro bu işi yapar mı yapar… Sadece Mourinho’dan başlayıp, futbolculardan tribünlere kadar herkesin doğru motivasyonu gerekli…

Sezon geneli içinse transfer şart…

Konuyla ilgili tek bildiğim transfer olacağı!

‘Fenerbahçe bir yıldız alacak ama isim veremem’ gibi komedi bir açıklama yapacak değilim. Yapanlar var ama onlar gazeteci değiller. ‘Gazeteciyim’ diyeceksin, sonra böyle konuşacaksın! Olmaz… Yanlış yol… Gazeteci duyduğunu, bildiğini yazar… Öteki türlü birilerine yardımcı oluyor demektir ki trollük de tam bu…

Siz siz olun, defalarca tekrarladığım üzere trollerden uzak durun ve prim vermeyin…

29 Temmuz 2025 Salı

Hoşgörüsüzlük… Divandan dökülenler…

 

 

Bir haber spotu gördüm. Metroda 6 genç, adamın birini dövmüşler, etraftan da müdahale edip sakinleştiren olmamış…

Ne kadar sıradan bir haber artık bizler için aslında. Benzerleri her gün yaşanıyor…

Herkesin dilinde aynı cümleler var… 2000’lerin başlangıcında daha mutluyduk. 90’lar daha mutluyduk… 80’lerde ondan da mutluyduk…  70’ler çok çok daha mutluyduk…

Artık 60’lara da gelmeyeyim. Bir kısmını saygıyla anıyoruz, anılacaklar listesine doğru giderken..

Aslında ne kadar çok şeyimiz var o yıllara oranla… En önemlisi can yoldaşlarımız telefonlarımız! Son model arabalar… Fıstık gibi yollar… Kanal kanal, platform platform TV izleme şansı… Teknoloji… Hele de biraz paran varsa… Dünya senin değil mi?

Ama o bir eksik var ya, bir eksik… Bence bizi mahveden o…

Hoşgörümüz yok artık. Hiçbir şeye katlanamıyoruz. Gülmeyi unuttuk, hırsların esiri olduk. Onun neyi varsa, benim daha iyisi olmalı. O ne yapıyorsa, ben de aynısını, hatta daha iyisini yapmalıyım. Hatta yediğimi, içtiğimi, gezdiğimi anlamsızca, içeriksizce de olsa yayınlayayım ki görsünler.

Ha gezdiğin bir yeri otur yaz, anlat. Uğraş, bir hikayesini dök ortaya, eyvallah. Ama… Ama’sını sanırım hepiniz anlıyorsunuz…

Bu hırslar içerisinde gülmeyi, yetinmeyi unuttuk. Zaten bizi bir yerlere taşıyan zihniyetin yasakları tepemizde, bir de yenilenen Türk insanı yapısı…

Garip bir toplum olmadık mı?

Genç nesil elbette bilmez eskiyi…

Dile getirmeye çalışayım. Herkes cebindeki kadar yaşar, mutlu olurdu. En önemlisi şaka yapardık birbirimize. TV’lerde eğlence programları olurdu. Elbette bir sansür vardı ama böyle değildi. Sınırsızca  değil ama hoşgörüyle sohbet edilirdi. Dizilerde, filmlerde mesela 2 seven insanın öpüşmesi kadar normal bir şey yoktu. Korkuyorum ki yakında öpüşme, hatta elele tutuşma sahneleri ayıplanacak, yasaklanacak…

Zekamızdan şüphe edecek şeyler olmazdı. Mesela insanlar alkol alır malum. Bu TV’lerde mahsurlu değildi. Artık yasak. Daha komiği, eskilerden kalma filmlerde içki bardaklarının mozaiklenmesi. İnsanı tamamen salak yerine koyan bir tutum. Çocuklar sorduğunda ‘Çekim hatası’ falan dememiz isteniyor herhalde.

Sokakta çocuklar oynarken sadece fiziksel kazalardan korkulurdu, düşer falan diye. Şimdi gerçi sokakta oynayan da kalmadı ama olur da çıkarsa çocuk sokağa, en büyük korku sarkıntılık.

Eskiden kadın – erkek bir durum sonrası şakalaşırdı. Şimdi benzeri bir şey olduğunda yorum tek: Herife bak, yürüyor!

2 hafta oldu, bir köydeyiz. Şehirden, insandan uzak. Karmaşa yok, sahte düzenler yok. Daha huzurlu ama buralarda yaşamanın da gençler için ekonomik olarak yaşam kurma olasılığı malumunuz çok kısıtlı. Ancak ciddi bir sakinlik, doğallık söz konusu. Yazık ki böyle yaşayamıyoruz çoğunlukta ve gerildikçe geriliyoruz.

Ben de 80’leri, 90’ları fazlasıyla özleyenlerdenim. Ne yaşayacaksak özgürce, doğallığıyla yaşamak istiyorum. Zekayı ölçen kısıtlamaların yerine daha hoşgörülü, gülümseyerek yaşamak istiyorum. Medeniyetin insan yaşamına kattığı sözde etkenler, özümüzü fazlasıyla bozuyor. Ünlü bir yerde cebimi boşaltan bir yemek yerine kendimizin hazırladığı bir sofrada keyif almayı hedeflerken bunun yaşamın doğallığı olarak görülmesini istiyorum. Bir deniz kenarına gittiğimde otopark, şezlong derken aptal yerine konmak istemiyorum.

Bakkalları özledim, marketlerde kazıklanmaktan bıkmış biri olarak… Ama sahibi de bakkal amca olacak, çakal bakkal değil!

Sokakta çocuklar oynarken 5 dakika da olsa onlara katılmak istiyorum. Ailelerinden ‘Uzak durun çocuklardan’ tepkisi almadan…

Orada burada buluşalımdan ziyade 2 simit alıp evimizin zilini çalan, ‘Çay demleyin hadi’ diyen insanlar yaşamak istiyorum…

Hayat dersi veren insanlar değil, bugün beraber nasıl güler eğleniriz diyenleri bekliyorum…

Kısacası hoşgörülü bir hayatı izliyorum…

Evet, ekonomik şartlardan  belki de tarihimizin en zorlu dönemini yaşatıyor. Ama fütursuzca yaşama hırsı da bizleri tüketmiyor mu? ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildir’ denmiş. Bunu unuttuk mu? Peki, eldeki şartlarla da bu dönemi keyifli hale getirebileceğimizin hesabını neden yapmıyoruz? İlla parayla, harcamayla tüketimle mi çok mutlu olabiliriz?

Her dönem gelir geçer… Elbette bu günler de geçecek ama biz kendimizi kaybettikçe bu süreç uzar. Kısa yaşamda sıkıntıların elbette hesabını soralım ama yaşamaya da devam etmeye çalışalım…

Bunları yazan ben, yapabiliyor muyum? Tartışılır… Ama şu 15 günde çok daha farklı hissedebiliyorum, o bizi uçurumda dolaştıran düzenden uzak durdukça…

6 çocuğun dövdüğü adamın haberini okumak insanın yaşam enerjisini tümden alıyor…

Bugün ona, yarın bize…

Biraz kendimize gelmemiz çok önemli…

***

Bir süredir yazmak iyi geldi… Hatta entelleşip yeniden kitap okumama bile etken oldu J

Destek verenler oldu, sağolsunlar…

Yorumlarınız, eleştirileriniz benim için önemli…

Bir yer bulsam bile yazacak - konuşacak, sizden gelen ilgi doğrultusunda devam etmeye gayret edeceğim…

İyi geliyor…

Size de tavsiye ederim… Yazın… Rahatlarsınız..

***

 

BİR DAMLA FENERBAHÇE

 

Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe’de belki de tarihin en renkli Yüksek Divan Kurullarından biri gerçekleşti. Eylül ayında beklenen kongre öncesi sanırım camianın son toplantısı oldu…

Yaşananlar malum… Pek değil hiç yakışmadı Fenerbahçe’ye bu tablo. Yaklaşan sezon öncesi yol gösteren bir yorum, ezeli rakibin hamlelerine karşı neler yapılması gerektiği, hatta bu hamleleri nasıl yaptıkları, TFF ve hakemlere sezon öncesi takınılacak tavırlarla ilgili öneriler, takımın gidişatıyla ilgili düşünceler bolca konuşulmadı! Hatta ne yazık ki hiç konuşulmadı! Aksine, ‘Sen şunu yaptın, ben bunu yaptım, sen şöylesin, ben böyleyim’ kavgası izledik.

Sonra da ‘Birleşelim’ önerisi atıldı ortaya… Şunun altını çizelim: Koç, Yıldırım ve Saran birbirini hiç sevmeyen 3 figür ve birleşmezler, onlar bu haldeyken kavga eksik olmaz. Olur da birleşir gibi olsalar da sağlıksız ve kısa süreli olur!

Geçelim kurul sonrası ortaya çıkan tabloya…

Ali Koç…

Belki de en sakin ve yapıcı konuşmalarından birini gerçekleştirdi. Bunu her geçen dakika öfke ve hırs seviyesinde kayıp yaşayan Aziz Yıldırım’a borçlu. Önceki konuşmalarını hatırlıyorum da… Eğer kurulda Aziz Yıldırım olmasaydı, yine bazı kesimlere kızgınlık ve öfkesini yayarak camianın yeniden huzursuz olmasına neden olabilirdi ama olmadı. Başkan Koç toplantıyı bir kez daha izlerse, aslında sakin ve camiadan kimseye sataşmadan etkili olabileceğini görmüş olabilir. Gerçi yine Hakan Bilal Kutlualp ve Emrah Tümay’a bazı salvolarda bulundu ama geçmişteki üslupları sonrası bunları görmezden gelebiliriz…

Hapise kadar girmiş bir eski başkana karşı ‘Tarihin en çok saldırılan başkanıyım’ demesi ilginç olmakla beraber kendisine karşı çok çirkin ifadeler kullanıldığını kabul etmemiz gerekir. Sanal platformlarda başkan ve ekibine gerçekten ‘iğrenç’ denilecek üslup içindekilerin divan konuşmalarında üsluptan yakınıp ‘Birleşelim’ çağrısında bulunmaları trajikomikti…

Evet, Ali başkanın bazı konuşmalarında çok itici olduğunu kabul ediyorum. Birkaç kez bire bir karşılaşmamızda bana takılırken söyledikleri bile garip gelmişti açıkçası. Ama 7 yıldır bu kadar emek ve para verip, çok sevdiğine inandığım Fenerbahçe’nin başarılı olması için sinir sağlığında bile sıkıntı yaşayacak duruma gelen başkanın gerçekten başarılı olmasını çok istiyorum. Ama gidişat yine sıkıntılı… Sırf transferdeki yavaşlık değil, ‘Biz biliriz’ havası endişe verici.

Ama en önemlisi… Camianın mevcut başkanı olarak camiayı biraraya getirememek büyük sıkıntı. Eleştiri için pusuda bekleyenler var. Başarı olursa muhalafete saldırmaya hazır bir ekip beklemede… Yani sanki Fenerbahçe’nin başarısı değil söz konusu…

Aslında çok şey yapılabilir. Bir kere sosyal tesisler kapılarını daha sevimli bir şekilde açıp üyelerin birlikte yaşamasını sağlayabilir. Düşünün ki üyeler Dereağzı tesislerine giremiyor bile. Takım biraz daha seyirciye yaklaştırılır. Hadi sezon açılışı olmadı, haftada 1 kez Dereağzı’nda idman bile Fenerbahçe ruhunu bilmeyen oyuncuların mesuliyetini arttırır. Dereağzı olmadı, stat… Eski deneyimli isimlerle daha çok biraya gelip iyi enerji dağıtmak, taraftarın üzerindeki elektriği de azaltır.

Ve transfer… O konuda artık diyecek bir şey yok… Çoktan fena geç kalındı… Futbol takımına ‘Transfer olmasa da Mourinho bu işi bu yıl götürür’ misyonu mu yüklenmek istendi, gerçekten çözemedim ama Portekizli de öyle olmadığını üstü kapalı ifade etti. Bu kadroyla ne olacak, hele Feyenoord maçlarında, çok merak ediyorum…

Aziz Yıldırım…

Başkanlığı zamanında çok ters düştüm. Beni pek sevdiğini sanmam Aziz başkanın, sorun değil. Ben muhabirlik görevim ve Fenerbahçe sevgim ne gerektiriyorsa doğru – yanlış yapmaya gayret ettim. Zamanında güzel günler de yaşadık muhabir olarak. Elbette takımın başarısı doğrultusunda mutlu, sakin günler anlamında ifade ettim. Bu arada her geçen dönem daha tecrübelendi Aziz başkan. Bir o kadar da ‘Ben bilirim’ havasına o da büründü. Doğrudur, çok şey öğrenmişti. Ve tam bunları hayata geçirme sürecinde malum kumpası yaşadık. Çok üzülmüştüm, çünkü süreci yaşamayı hakedecek bir hata söz konusu değildi. Zaman her şeyi ortaya çıkardı ama başkan ve arkadaşlarının ödediği yanlış hesabın telafisi olamaz…

Tüm bu tecrübelerinin yansıması için olası bir dönem daha Fenerbahçe başkanlığına sıcak bakardım Aziz başkanın. Son yıllarda daha barışçı, daha gülümser bir figür olmuştu. Tecrübesine elbet hiçbir şey denemez. Ama son kurul 2 noktaya çekti beni… İlki, kusura bakmayın ama Aziz başkana artık ağır hava gelmiş, sanki enerjisi süreklilik şeklinde Fenerbahçe’ye yansıyamaz… İkincisi… Kızdı Yıldırım kurulda, haklı da olarak. Ama kızdığı anlarda eski günler geldi gözümün önüne, herkesin kalbini kırabildiği günler. Bir kez daha başkan olursa, kızıp sinirleneceği günler çok olacaktır ve Fenerbahçe ailesinin böyle öfkeli görüntülere artık hiç mi hiç tahammülü yok.

Aziz başkan Fenerbahçe’nin artık tartışılmaz ‘kanaat önderi’ olmalı. Her fırsatta kulübün içinde yaşaması sağlanmalı. En ufak konuda danışılmalı. Ama laf olsun diye değil, dedikleri dikkate alıp uygulanmalı. Kalbi kırılmamalı, küstürülmemeli. Herkes bilmeli ki şu an ondaki deneyim kimsede yok ve bundan fayda sağlanmalı. Aziz başkan zamanında Ali Şen başkandan kaçardı, kendisiyle iletişimde olmak istemezdi. Benzer hata yapılmamalı…

Sadettin Saran…

Galiba bu kez adaylığını sonuna kadar götürecek Sadettin Saran. Koç – Yıldırım kavgasına girmeden kenarda kalması artı oldu kendisine. Ama en azından başkan adayı bir isim olarak söz alıp, ‘Ben bu kavgada yokum. Sadece başkan olursam yapmak istediklerim, yolum şu…‘ diyerek sesini duyurabilirdi. Yıllar içerisinde üzerinde çok eleştiri birikti. Özellikle 3 Temmuz’daki sessizliği camia tarafından her zaman tepki gördü. İşi zor… Tüm başkan adaylarının çevresinde onu kontrol altında tutmaya çalışan bir yapı oluşur ki bu çok tehlikelidir. Sadettin Saran’ın etrafında bunun en ağırlarından biri olduğu anlatılıyor, bu çok tehlikeli… Sadettin Saran’ın yolu biraz uzun gibi geliyor bana. Taraftar değil ama önce kongrenin, camianın içinde daha çok durmalı… Ancak kendi yöntemleriyle….

Evet, meşhur Divan Kurulu sonrası bunları gözlemledim… Ne mi olur?

Sanırım Ali Koç başkan, seçimde önde olacağının sinyalini verdi. Aziz Yıldırım adaylığa karar verse bile, biraz daha farklı hamlelerde bulunmaz ise işi zor gibi geliyor…

Bu arada son dönemde kafaya taktığım Fenerbahçe’nin dijital platformlardaki iğrençliklerinin yarattığı tehlikenin de altını çizmekte fayda var. Eskiden Fenerbahçe medyası vardı, hepsi gazete, radyo ve TV’ler vasıtasıyla 1’e1 ortaydılar, ben dahil… Şimdi troller var… Bir yandan kendi isimleriyle, bir yandan sahte isimlerle ortalığı iğrençleştirip duruyorlar.

Koç olsun, Yıldırım olsun, Saran olsun… Kim olursa olsun… Hepsi bunlardan rahatsız olduklarını söyleyip ilgilerinin olmadıklarını, takip etmediklerini söylüyorlar ama yalan! Hepsi bu yolu sıcak tutuyorlar. Kendileri olsun, etrafındakiler olsun bu trolleri bir şekilde kullanıp birbirlerini yıpratmaya çalışıyorlar ama asıl zararı Fenerbahçe görüyor. Ve ne yazık ki Fenerbahçe sevdalıları da bunlara itibar gösterip güçlenmelerine neden oluyor. Bakın dikkat edin, çekirge misali bu tiplerin çoğu bir oradalar, bir buradalar. Eylül’de yine zıplama sürecine girerler. Başta transfer olmak üzere fütursuzca atarlar. Beslendikleri kesime kayıtsız şartsız bağlılık gösterirken, en ufak bir eleştiride bulunmazlar. Bu nedenle bunlar asla trollüğü aşıp gazeteci olamazlar…

Camianın liderlerinin asıl tedbir alması gereken de bu kirlilik, iğrençlik…

Siz siz olun, takipte seçici olun… Zıplamayanları tercih edin… Prim vermeyin…

Radyosu, TV’si… Her şeyi olan Fenerbahçe, niye objektif bir şekilde kendi medyasını öne çıkaramıyor, bunu da anlamıyorum. Çalışanları çok tecrübeli ama kurallar malum. Ne geçmiş, ne mevcut yönetimlerde bu yol tercih edilmedi. Bırakın Fenerbahçe’yi eleştirenler FBTV’de eleştirsin mesela. Oradaki eleştirinin bir üslubu olur en azından!

 

18 Temmuz 2025 Cuma

Ülkede yollar... Fenerbahçe'de adaylar...

 

Mevsimler insanların yaşam şartlarını dinlemiyor.

Yine yaz geldi… Malum tatil zamanı… Ekonomik şartlar ağır. Böyle olunca herkes kesesine uygun çözümlerle nefes almaya gidiyor, çoluğuna çocuğuna kısa da olsa bir şekilde yazın anlamını yaşatmaya çalışıyor.

Tatil beldelerinin ağlayan tablosu, sizi bilmem ama beni şaşırtmıyor. İyi dönemlerde bile turizmi bir gelir değil, fırsat kapısı olarak görenlerin şişirdikleri fiyatlar sonrası bu dönem durum daha da içler açısı oldu sanırım.

Bodrum, Çeşme, Marmaris gibi gözde tatil mekanları yıllardır şehirdeki yorucu hayatı kendi yerlerinde de yaşatırken, soygun fiyatlarla zaten tartışılır olmaktan kurtulamıyorlardı. Büyük şehirlerin yoğun, boğucu hayatını oralarda yaşamanın anlamını zaten hiç çözememişimdir.

Uzun yıllar önce Torba’da bir otelde kalırken ailece günü birlik bir Bodrum turu yapıp denize girelim demiştik. Açıkcası plajlarda ahlaki ve mantıki değer taşıyan bir rakamla karşılaşmazken, denize girecek halka açık bir yer de bulamamıştık.

Tablonun tüm bu gözde yerlerde giderek daha vahim bir hale büründüğünü görüyor, duyuyoruz…

Eğer yetkililer rant dünyasına set çıkıp bir yol yordam bulmazlarsa, ülke turizmi daha da kötüye gidecektir. Nüfusunun yüzde 2-3’ünü ancak oluşturan zengin tayfasıyla bu sektör, milyonlarca insana ekmek kapısı olmaz. Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı tercih edip giden çok insan görürüz… Çok da yazık olur…

Hep inandığımdır… Bu ülke 4 mevsim turizmiyle, eğer iyi idare edilirse hiçbir yerden kazanmadığı parayı yerli – yabancı üzerinden kazanıp ekonomisini düzeltir. Ama izlenen yol böyle gitmiyor maalesef… Yabancıya bakıyorsunuz, ne kadar para harcamaktan kaçan ülke insanı varsa memleketimizde. Vatandaşlarımız ise alternatif planlamalar içerisinde.

Yol demişken…

Yollar ayrı bir dünya… Herkes uyarmıştı, gerçekten de radar konusunda ciddi bir sıkıntı var.

Gördüğüm ülkelerin çoğunluğunda vatandaş uyarılır. Sağlıkla, güvenle gitsin diye tedbirler alınır. Elbette ceza vardır, almışlığım da vardır yurtdışında. Ama böyle bir tuzak sistemi hiç görmedim…

Sanki hedef uyarmak ve güvenli yolculuk sağlamak değil, tuzağa düşürüp cezalarla para akışı sağlamak…

90 km diyor, virajı döndüğünüz an 70 km çıkıyor karşınıza. Yavaşlama gayretindeyken bu 50 km uyarısıyla karşılaşıyorsunuz. Derken yeniden 90 km serbestliği. Tüm bunlar 600-700 metre mesafe içerisinde yaşanıyor.

Yollara hız tespit yerleri yapılmış. Kondukları demirden iskelelere bakıyorsunuz, pırıl pırıl. Belli ki her yere yeni döşenmiş.

Yıllarca gittiğimiz yollarda kameralar 4’e 5’e katlamış… Hedef buram buram hissediliyor!

Evet, hız felaket. Ahlaksızca araç kullanmak büyük suç. Ama bu kadar tuzakla bu sistem düzelir mi? Onu bilemedim. Fren – gaz yapayım derken insanın tüm dikkati cezalara takılıyor.

Sanırım bu havayı bir şekilde düzeltmek lazım…

 

***

BİR DAMLA FENERBAHÇE…

Ülkemizde futbolun kaderi klasiktir.

Şampiyon olan takım rahattır. Geri kalanlar büyük bir panik yaşarlar. Öyle ya da böyle şampiyonluk kaçmıştır ya, büyük panik yaşanır. Her şey silbaştan olur…

Fenerbahçe bu sezon şampiyonluk mücadelesi verirken hakemlerden, TFF’den, yayıncı kuruluştan, medyadan büyük dertlenmeler vardı. Büyük çoğunluğun kabul ettiği ‘yapı’ diye adlandırılan ortamdan sürekli şikayet edildi. Ne zaman ki işin rengi belli oldu, hepsi unutuldu, oklar tamamen Ali Koç ve ekibine yöneldi. Elbette haklı olunan çok nokta var ama bu kadar tek yönlü mü kaçtı şampiyonluk, uzun uzadıya tartışılır…

Şimdi yazacağıma çok karşı çıkan olabilir ama neyse ki, bana göre, Mourinho ilahlara kurban edilmedi. Eğer Fenerbahçe veya bir başka Türk kulübü Mourinho gibi bir markaya 2. şansı vermeyecekse… Hedef kim olmalı, bilemiyorum…

Sezon bitimiyle Ali Koç’a yönelik bir imza kampanyası hayata geçti ki bu kadarı ülkemizde ilk kez yaşandı. Demokratik bir hamleydi, Fenerbahçe’ye kısmet oldu. Üstelik Ali Koç eylül ayında kongre olacağını açıklamasına karşın kampanya devam etti. Hedef sezona girerken bu kargaşanın sona ermesiydi ki yine bana göre doğru olanı da buydu, olmadı…

Başkan Ali Koç usta bir manevrayla işi eylüle bıraktı. Böyle olunca transferde ivedi bir şekilde büyük hamleler beklendi, o da olmadı…

Çok ağır gidiyor transferler. Gelenler her zaman olduğu gibi ‘büyük yıldızlar’ olarak lanse ediliyor ama bu, herkesin her zaman kandığı klasik bir tablo… Daha geçen sezon başı, ara transferde gelen isimler de aynı şekilde sunulmamış mıydı Fenerbahçelilere?

Futbolun kaderidir, sezon başlarken daha ilk hazırlık maçında hakemin düdüğü çalmasıyla bir çok problem unutulur, sahaya odaklanma başlar.

İlk maç sonrası Syzmanski’nin ne kadar formda olduğu, Archie Brown’un ne kadar iyi başladığı konuşulur oldu. Maalesef bu erken umutlar hep olurken bir bölüm de kadronun eksikliğinden dert yanıyor ki bu da doğru. Ama eksik yerlere kim alınırsa alınsın, o yeri dolduracağının garantisi de yok…

Futbolun sabır ve istikrar temelli olduğunu nedense hep unutan bir iklimiz…

Bir ilk yaşanıyor Fenerbahçe’de dedik… Malum eylülde kongre yaşanacak. Şimdilik 3 resmi aday gözüküyor, Ali Koç, Hakan Bilal Kutlualp ve Sadettin Saran. Şahsi düşüncem merakla beklenen Aziz Yıldırım’ın da aday olacağı ve sonrasında Hakan Bilal Kutlualp’in çekileceği şeklinde.

Hakan Bilal Kutlualp’e bir parantez açmak gerekir kanısındayım. Seversiniz sevmezsiniz bilemem ama nisan ayında gayet demokratik bir şekilde, üstelik doğru adreste resmen adaylığını açıklamasına saygı duymak gerekir. Herkes orada burada konuşurken Kutlualp doğru adreste, başkan ve yönetimin önünde, Divan Kurulu’nda adaylığını açıkladı. Ve yarıştan kopulmuşken. Bundan daha doğru bir tavır ne olurdu, bilemiyorum. Bu nedenle kendisine her Fenerbahçelinin saygı duyması gerekir.

Ben yine de yarışta Koç, Yıldırım ve Saran’ın olacağı kanısındayım. İlerleyen yazılarda her biri ile ilgili naçizane düşüncelerimi açıklayacağım. ‘Bize ne’ diyenler lütfen okumasın. İlgilenenlerin yorumlarını merakla bekleyeceğim.

Bu yazıda son olarak bir de ortamla ilgili üzüntümü dile getirmek istiyorum. Tarafı ne olursa olsun, herkesin Fenerbahçe’nin iyiliği için konuştuğunu biliyorum ama genel üslup çok üzücü. Eski başkana, mevcut başkana, olası başkana… Kime olursa olsun eleştiriler, övgüler elbette olabilir. Ama bu kadar hakaret dolu yorumlar beni üzüyor. Elbette adı geçen adayların da geçmişte veya bugünlerde çok yanlış ifadeleri oldu, olacaktır da. Bunları inkar etmiyorum. Ama bu yanlış tavırlara, sözlere devam etmek Fenerbahçe taraftarına uymuyor, yakışmıyor. Camia bu üslubu sürdürdükçe adaylar da camiaya uygun konuşuyor hale geliyor ki bu Fenerbahçe duruşuna yakışmıyor. Hem de hiç yakışmıyor…

En büyük sıkıntı olan trollerin seviyesine düşmemek gerekir…

Fenerbahçe taraftarına ne paralı köpekler denir, ne de ciğersizler…

Bu ortama Fenerbahçe ailesi izin vermemeli, yanlışa sahip çıkmamalı…

16 Temmuz 2025 Çarşamba

YENİDEN


Çok zaman olmuş yazmayalı… Sanırım nedenlerini okudukça siz de anlayacaksınız…

‘Yazarken kendimi özgür hissediyorum’ demiş Orhan Pamuk…

Mesleği gazetecilik olan, 25 yılı aşkın sürede diğer işlerde bir yerde tıkanıp kendince yazarak ekmek parasını çıkarmış benim için de yazmak hep bir keyif olmuştur…

Asla bir yazar falan değilim. Gazetecilikle uğraştım hep. Temelde de spor muhabirliği yaptım. Yani yıllarca haber peşinde koştum. Eğri doğru bir şeyler başarmış olmalıyım ki uzun yıllar, arkasında medyadan hiç kimsesi olmayan biri olarak ekmek paramı çıkarttım. Hatta sürekli basın kartına bile hak kazandım.

Aklımda haber dışında hep özgünce, kendime göre bir şeyler karalamak da vardı.

Bu blogdaki geçmiş yazılarıma bakanlar görürler. 3 Temmuz sürecinde, hakkımı asla helal etmediğim bir kesim tarafından işimden koparıldım. Kızım 10 aylıktı. İşten uzaklaştırılmama sebep olan iddiaların hiç biri de doğru değildi… Doğru da çıkmadı…

Yandaş medyada ‘kara liste’ içine dahil edilince iş bulmak da oldukça zor oldu benim için.

Yazmak istiyordum. Öylesine, her telden. Kuzenim Melda’nın yönlendirmesiyle bu sayfayı hayata geçirdim.

Arada çalışabileceğim kısa süreli yerler çıktı. O dönemlerde burayı aksattım. Sonra zaman oldu yine bir şeyler karaladım. Ancak son dönemlerde mesleğim açısından oldukça zorlu bir dönem başlayınca ben de birçok meslektaşım gibi çalışacak, karalayacak bir yerler bulmakta zorlandım.

Süreç bir de ‘youtuber’ denilen, digital medyada etkinlik başlattı. Bizler gibi mesleğin kökeninden gelen orta yaş insanlar için teknolojik ağırlıklı bu yol oldukça zor. Ne eğitimimizde var, ne de deneyimlerimizde…

Hele de bu yolun içeriği bize tamamen dikenli. Zamanla ilerleyen yazılarda bu yolun neden bizlere dikenli olduğunu anlatmaya çalışırım ama kısaca bir şeyler demem gerekirse… Bizlerin bir haberi yanlış çıktığında büyük sıkıntı yaşardık içimizde. Bir de saygı unsuru vardı. Yönetici olsun, meslektaşımız olsun; bir yerde karşılaştığımızda yüzüne bakmaktan utanacak noktaya gelmekten çekinirdik. Bir edep ve üslup vardı iş hayatımızda. Şimdi bakıyorum da herkes, etkileşim denen illet adına, ağzına geleni rahatlıkla söylüyor. Kavgalar, gürültüler… Hele de haber konusunda… İddialar havada uçuşuyor. Doğruluk payı malumunuz, yerlerde. Ama olsun, salla gitsin. Nasıl olsa hesap soran yok…

Pek bizlere göre değil…

Geliriz bu konulara da…

Sonuçta son olarak Flash Haber TV deneyimi de yaşadıktan sonra ki ilk televizyonculuk maceram oldu, yine mesleki açıdan açığa çıktım. Flash’dan bir gün bahsederim. Bu kadar güzel başlayıp malum düzene ekiple beraber boyun eğmek son derece üzücü oldu.

Şu aralar bir iş de olmayınca ve akıl bir şeyler anlatmaya, ifade etmeye kalktıkça, şimdilik tek mecra burası gözüktü. Düşününce güzel de…

Okumak kimlere göre, o tartışılır… ‘Söz uçar, yazı kalır’ ilkesine inanan biri olarak ben inandığıma devam etmek istedim…

Bu kadar meslek hayatı sonrası bu kadar mı az teklif geldi diye sorgulayanınız olabilir, haklısınız. Aslında gel yaz, gel programa çık diyenler fazlasıyla oldu. Manen güzel de yaklaştılar.

25 yılı aşkın Fenerbahçe takibi sonrası deneyimlerimin değerinden hep bahsedildi. Açıkcası fena da değildi yaşadıklarım. Güzel tepkiler aldım yazdığım yerlerde, çıktığım programlarda. Keyifliydi…

Ama hep unutulan bir şey vardı: Bu benim mesleğimdi! Nedir mesleğin tanımı… ‘Bir kişinin belirli bilgi, beceri ve eğitimle sürekli olarak yaptığı ve geçimini sağladığı iş’

Bana gelenlerde büyük çoğunlukla aynı sıkıntıyı yaşadım. ‘Şu an belli bir gelirimiz yok, olursa beraber kazanırız’ ifadesi çoğunluktaydı. Ve çoğuna ‘Tamam’ dedim ama  o ‘geçim sağlama’ noktasına gelmek, bu meslekte oldukça zorlaştı.

Bu durumda insanın da keyfi kaçıyor ister istemez. Yeni yolum böyle olsun, kendi yerimde olayım diyerek bu dönem için buraya dönmeye karar verdim.

Sağdan soldan, içimden geldiğince yazacağım…

Ama elbette Fenerbahçe…

Bazen yazıların dibinde olacak… Bazen ana konusu… Ama hep olacak… Zira Fenerbahçe benim hep yaşamımda oldu. Her yönüyle… İyi ki de oldu!

Büyük bir pastadır Fenerbahçe… Herkes faydalanmak ister. Bunu kabul etmek gerekir. Bana da zaman zaman ‘Fenerbahçe’den para kazanıyorsun ama eleştiriyorsun’ denmiştir…

Ben Fenerbahçe’nin kendisinden hiç para kazanmadım. Ayıp mı Fenerbahçe’den para kazanmak? Elbette değil. O çatının altında çalışıp para kazanan herkese saygım büyük. Neden olmasın? Ama ben mesleğimden para kazandım. Konusuydu Fenerbahçe… Başka bir kulüp de olabilirdi. Siyaset, ekonomi, magazin… Hepsi olabilirdi. Ben sporu, Fenerbahçe’yi istediğim için böyle oldu…

Organik bir bağım olmadı kulüple. Olabilirdi de, sorun değil ki… Ama kısmet değilmiş… Sonuçta yıllarca inandığımı söyledim, yazdım, konuştum… Bazen Fenerbahçelilerin hoşuna gitmedi. Yine gitmediği günler olacaktır, çok normal… Saygılı bir şekilde her türlü eleştiriye açık olmaya hep devam ettim. Ama ‘Bu herif aslında X taraftarı, burada Fenerbahçe’yi yaralamaya çalışıyor’ diyen insanlara gülmekle beraber kızdığım anlar da oldu… Verecek cevap bulmakta hep zorlandım bu akla…

Bu seferlik böyle başlayalım… Yorumlarınızı, taleplerinizi, merak ettiklerinizi iletebilirsiniz.. Blog üzerinden yaparsanız sevinirim…

 ***

BİR DAMLA FENERBAHÇE…

Her yazının sonunda Fenerbahçe olacak dedim, ona da başlayalım…

Yıllarca Fenerbahçe’yi takip ettim. Genç bir taraftar olarak… Sonrasında bir gazeteci olarak…

Her döneminde aklımın yettiğince bir fikrim olmuştu…

Şu dönem hariç!

Bir kere en çok alıştığım, Fenerbahçe’nin her sezon başına ‘transfer şampiyonu’ olarak imza atmasıydı. İlk idmanda yeni futbolcuların fotoğrafları modaydı. Gözler hep onlarda olurdu…

Son günlerde bir hareket başladı ama takım sezon açarken böyle bir tablo hiç alışık olmadığım bir görüntü oldu…

Takımın belki de en çok transfere ihtiyaç olduğu sezonda neyse ki gelenler başladı. Her zaman olduğu gibi gelenler isimler iyi gözüküyor, iyi parlatılıyor, iyi hamleler olarak gösteriliyor. Buna da alışığız hep birlikte sanırım. Önemli olan sonrası… Dilerim adaptasyon hızlı olur ve sezona iyi bir giriş yaşanır. Aksi takdirde, eylülde planlanan kongre öncesi mevcut yönetim için çok zorlu bir süreç içine girilir. Aynı şekilde, olur da yönetim değişirse öyle bir tablo yeni yönetimi de o aylarda göreve geldiği için zorlar.

Transfere çok ihtiyaç var dedim ama…. İnandığım bir şey de aslında nokta atışlar ve doğru idare ile her şeyin yoluna girmemesi için bir engel de yok. Zamanla olacak gibi gözüküyor ama zaman çok değerli. Keşke şu günlerde kongre gündemi ortadan kalkmış olsaydı. Bugünlerde bu iş bitmiş bile olabilirdi ama olmadı, yanlış yapıldı…

Kongre savaşına da değinmeye çalışacağım ama benim öncelik, Fenerbahçe’nin sezona iyi başlaması…

O hava var mı? Maalesef ben göremiyorum. ‘Trol’ olarak adlandırılan birilerinin gazıyla da bu hava olmaz. Fenerbahçe anlamalı ki ‘trol’ kavramı, iktidar olsun, muhalefet olsun, kontrol edilmedikçe ki edilmiyor, camiaya büyük zarar veriyor, böldükçe bölüyor…

Hava demişken… Fenerbahçe kapalı kapılar ardında sezon açtı. İlk hazırlık maçı TV’den bile yayınlanmadı. Eskiden ‘sezon açılışı’ diye bir mentalite vardı. Futbolcular o tribüne koşan onbinlerin sevgisi ve coşkusu sonrası nasıl bir göreve soyunduklarını ilk günden canlı canlı anlarlardı.

Çok mu korkuluyordu tepkiden.. Tokmak elde… ‘Açılışa gelen her yetişkin bir de 16 yaş altı Fenerbahçeli getirmeli’ denirdi… O stat yine dolardı… Hava güzel olurdu…

Ayrıca Fenerbahçe taraftarı asla ve asla kendisinden bu kadar çekinilmeyi hak etmiyor!

Yaşanan gerilimler, sıkıntılar, kavgalar… Hepsinin farkındayım… Ama çekinmek, korkmak başarının önünde engeldir. Yapılsaydı cesurca bir sezon açılışı, 2-3 erken bitmiş transferle bugün camianın psikolojisi biraz daha pozitif olurdu kanısındayım. Tüm tehlikesine karşın, buna cesaret edilebilirdi… Hele de küçük yaşlardaki nesil için…

7 Eylül 2020 Pazartesi

Portakal gibi olmak vardı...


Sık sık dile getiririm 2011’de işten ayrılmamla yaşadığım düş kırıklığını, hainliği…

Temmuz 2011’di… Sabah gazetesinde 10 yılı aşmıştım. Şike Davası’nın ilk ve en hızlı günleriydi. Gazeteye çağrıldım. Serhat Albayrak’ın talimatıyla nedeni belirtilmeksizin ücretsiz izne çıkarıldığım, ay başında hakkımda kararın ‘kendisi tarafından’ bildirileceği söylendi. Bir şey anlamadan asansöre bindim, çıkışa geldim.

Kartım kapıyı açmadı. Yanlış hatırlamıyorsam personel 11. kattı. Oradan aşağı indiğimde kartım iptal edilmişti bile. Güvenliktekilerin kartıyla çıkabildim.

Yılların Sabah gazetesinde böyle bir insani uygulama görmüştüm.

Sonrası malum… Merak edenler detayları eski yazılarımda bulabilir…

O günden itibaren başta Serhat Albayrak olmak üzere, ailemin rızkını elimden alan herkese hakkımı helal etmeyeceğimi her defasında belirttim…

* * *

Fatih Portakal… Seversiniz sevmezsiniz… Beğenirsiniz beğenmezsiniz… Ben severim de, beğenirim de…

Dönem dönem kızdığım, eleştirdiğim elbette olmuştur… Herkesin sevdiğini eleştirmesi gibi!

Ancak kimse tersini inkar edemez ki son 10 yıla damgasını haber spikeri o oldu. Tarzının süratle kopyalandığını gözlemledim ama kimse başaramadı.

Yandaş medya kepazeliğinin yaşandığı bu son 10 yılda aslında fazla da rakibi yoktu, olamazdı da… Çünkü inandığını yapabileceği ortamdaydı. O yüzden de kendi deyimiyle sürekli ‘smaç’ attı…

Vedasında Fox Ana Haber Bülteni’ne konuk olarak katıldı. Keyifle izledim..

‘Bir insan bir yere veda edecekse böyle olmalı’ diye düşündüm…

Ve kendi adıma üzüldüm!

Yarısı Cumhuriyet, yarısı Sabah gazetesinde olmak üzere 20 yılı aşkın süre spor muhabirliği yaptım. Çalıştığım kurumlarda kimseyle aram kötü olmadı. Yanlış bir olayda hiç yer almadım. Sevildiğimi de düşünmüşümdür. Saygı da gördüm ama bolca sevgi yaşadım herkesle.

Ta ki son patronajıma kadar… Önceki patronlarımla da çok fazla bir mesaim olmamıştı. Sonuncularla da…

İşimi yapıp maaşımı kazanmaya çalıştım…

Elbette çok büyük bir spor muhabiri olduğumu hiç düşünmedim, hala da düşünmüyorum. İşine saygılı, ortalamanın biraz üzerinde emekçiydim.

Cumhuriyet’ten ekonomik nedenlerden ötürü ayrılırken çok ağlamıştım, arkamdan ağlayanlar da olmuştu. Bu da bana bir yandan gurur vermişti…

Ama Sabah’tan… Sessiz sedasız koparıldım. Hiçbir hatam ve günahım yokken… Kurban edilmiştim… Ve edenler hiç karşıma çıkmadığı için ‘Neden’ diye soramadım…

Nedenini yıllar içinde daha iyi çözünce öfkem içimde daha da büyüdü ya neyse…

Fatih Portakal iyi insanlarla çalışma şansı yakaladığı için bulunduğu konuma eşdeğer bir saygınlıkta uğurlandı…

O kendi isteğiyle ayrıldı, ben çıkarıldım…

Olabilir, saygı duyarım… Kimse kimseyle çalışmak zorunda değil…

Ama en azından karşılıklı, insan gibi konuşarak bu noktaya gelinebilirdi.

Benim ödülüm ise yıllar içinde zaman zaman karşıma çıktı.

Mesela bana kimse ‘Sen yanlış yaptın’ demedi, aksine Sabah gazetesindekiler bile yaşadığımın ahlaksızlık olduğunu söylediler...

Arada bir yerlere yazmaya başladığımda ‘Neredeydin’ diyenler çıktı…

Spor medyasının şu haline görüp ‘Keşke sizin dönem devam edebilseydi’ diyenlerin ise… Çok fazlalar…

Bunlarla avundum, avunuyorum….

İyi ve düzgün bir görüntü bırakmak da keyifli oldu kendi adıma…

Portakal, herkesle ekran karşısında vedalaşırken helallik aldı…

Aradan 9 yıl geçti. O ahlaksız tutumdan ötürü öfkem dinmediğimden hala hakkımı helal etmiyorum… Etmeyeceğim de… Kimse o insanlardan inançlı, onlar dert edinsin!

Kurdukları komedi medya düzeninde düştükleri durum zaten herkesin gözü önünde!

Herkese işi ne olursa olsun, çalıştığı yerden Fatih Portakal gibi ayrılmasını dilerim…

Sevgiyle… Saygıyla…

Tam zirvede bıraktı ve sevenleri onu çok arayacaktır…

Ancak mesajları çok net ve anlamlıydı….

‘Hep kendimi tekrarlamaya başladığımı gördüm’ dedi… Yani bu ülkede değişen bir şey de yok, bir şey anlayan da… Sanırım bunu yolu yordamıyla dile getirdi…

‘Ertelesem hayatta kendi adıma bazı şeylere geç kalacaktım’ dedi… Çok ciddi bir mesaj olabilir herkese…

 ****

Medya dünyasında alışık olmadığımız şıklıkta bir veda izleyince bu satırları yazmak geldi içimden…

Dilerim herkes işinden gücünden hakettiği şekilde ayrılır…

 Ve dilediği, mutlu olacağını düşündüğü yerlere yelken açar…

Son kez altını çizeyim: Bunun için iyi insanlarla karşılaşmak çok önemli…

Dostluğunu, iyiliğini esirgemeyenlerden kopmamaya gayret edin…

El uzatın ki elinizi tutan olsun…

31 Mayıs 2020 Pazar

Corona Günleri (3)





Akşam dostlarımızdan rakının verdiği dinginlikle güzel uykunun sabahı…
Pazar gününün erken saatleri… Mayıs 2020’nin son günü… Sokağa çıkmak yasak…
1 Haziran tarihi itibarıyla yeni bir dönem başlayacak yaşamımızda…
Ciddi bir yaşam dersi veren Corona sürecinden sonra normalleşme adı altında bir çok yasağın gevşemesiyle yeni hayat başlayacak.
Çay içiyoruz balkonda.. 2,5 aydır eskiden sığıştığımız, şimdi yayılmayı öğrendiğimiz balkonumuzdayız. Etrafta bir sessizlik var ki süreç boyunca alıştım, tutkunu oldum. Bayağıdır hafta sonları sokağa çıkma yasağı var. Her defasında balkona çıktığımda iğrenç kentleşme örneği binaları hala görüyorum ama…
Ama bir de kuş sesleri var ki… Etrafta ciddi bir oksijen tadının içinde ötüşen… İnsan, araba sesi yok… 50 yılı aşkın yaşadığım Moda’da böyle sessiz günleri hiç görmemiştim…
Evet, bir gün normal hayata elbette komple geçeceğiz ama bu sessizliği, kuş seslerini, uzaktan gelen deniz kokusunu, insansızlığı, arabasızlığı…
Özlemeyeceğim diyemem..
Acaba haftada 1 gün bu yasaklar devam etse mi diye düşünmüyor da değilim… Ya de en azından ayda bir…
Çok değişik bir dönem yaşadık… Bir deneyim… Aslında ders dolu bir deneyim de kim ne aldı bu dönemden, onu bilemem…
Süreçten aklımda kalanları mekanıma not düşeyim dedim…
Burada bulunsun bakalım…
-          Çirkin kentleşme doğrultusunda ev yaşamları, dostluklar, komşuluklar ve hatta aile yaşamları farklı bir boyuta giderken.. Bir anda herkes bu dünyayı yeniden keşfetmek zorunda kaldı. Komşuluk sıcaklaştı, paylaşım arttı… Ev bireyleri arasında sohbetler çoğaldı.
-           ‘Kazandıkça harca, mutlu ol’ politikası vardır, büyük güçlerin yönelttiği. Üretemeyip harcadıkça mutlu olanların benimsediği. Eline geçenden kenara koymayanlar bir anda sıkıntı ve karamsarlığa düştü. Ve bu arada şunu tarttılar: Zorlukla kazanılan bu kadar kolay mı harcanmalıydı…
-          Zor bir ülkede yaşıyoruz. Ekonomimiz bir türlü nefes alamazken giderek şartları ağırlaşan bir ülkede. Ülke de sıkıntıya düşünce, yaşayanı da taça çıktı. Birçok devlette vatandaşa yardım haberleri okurken özellikle ticaretle uğraşan insanlarımız büyük bir sarmalın içine düştüler. Ve öğrendik ki bu ülkede yaşıyorsak, pek kimseye güvenmeden tedbir adı altında her an herşeye mümkün olduğunca hazır olmalıyız…
-          Parayla beraber gücün peşinden giden, onu örnek alan bir iklimde nefes alırken birden herkes soluğu tıp insanlarının yanında alıverdi. Çok bilmişler, ukalalar, soytarılar, şarlatanlar kayboldu veya kenara itildi. Doktorlar, bilim adamları yaşam felsefemiz oldu. Önemleri anlaşıldı. Umarım bu devam eder de yeni nesil boşluğun içine artık düşmez.
-          Kuş sesleri dedim.. Sırf o değil. Boğazlar yunuslarla doldu. Sokaktaki kedi köpeğin huyu suyu bile değişti. Sahilleri yeşil bastı. Moda sahilindeki taşların arasından eskiden ot çıkarken artık ağacımsı görüntüler başladı. Renk renk çiçekler doldu sağa sola. Bu kadar kısa süre bile yeryüzünün en kuvvetlisi doğanın ayaklanmasına yetiverdi.
-          Acı gerçekler de yüzümüze vuruverdi. Cehalet, bilimi hiçe sayıp ‘Bize bir şey olmaz’ mantığını savundu, yaşamaya devam etti. Haritalar bazı bölgeleri kıpkırmızı ilan etti. Bu bölgeler ilginçtir şehrin eğitim düzeyi düşük yerlerdi. Oralarda yasaklarda polisle kovalamaca oynamak moda haline geldi. Evet, ekonomik sıkıntı herkesi boğdu ama ‘Yaşamak mı, yoksa bir süre parasızlık mı’ farkı insanlara anlatılamadı. ‘Virüsle yaşamayı öğrenmeliyiz’ politikasını güden ülkelerdeki kayıplar görmezden gelindi. Onun yerine normalleşen ülkeler örnek gösterildi. Halbuki o ülkelerde hükümetlerin insanlara desteği ve o insanların eğitim düzeyleri doğrultusunda kurallara nasıl uydukları görmezden gelindi. Ben ailemle ‘Evde Kal’ çağrısına uyarken akşamları TV’lerde eğitimsizlerin çarşılarda, meydanlarda aptal aptal dolaşmalarını izledim.
-          TV’ler demişken… Son yıllarda temel ilkesi ‘yalakalık’ olan ve ekranları doldurup aklınca tartışan, aslında yavşaklık yapanlara alışmıştık ekranlarda. İzlemiyorduk, olup bitiyordu. Bir anda yok oldular. Bilim adamları doluştu, doktorlar, profesörler… Sonra pandemi azaltıkca malum o boş insanlar geri dönmeye başladılar ekranlara ama mevcut dönemin şartı gereği, zaten onlarsız olmazdı. Ama en azından ne kadar tın – tın olduklarını hep beraber bir kez daha hatırladık…
-          Sevenlerden biri olarak futbolu çok özledim. Maça gitmeyi, maç izlemeyi, o heyecanı. Şimdi maçlar seyircisiz başlayacak ve o tadı asla vermeyecek ama yine de bir teselli. Bu arada başlaması ayrı bir cehalet, onu da not düşelim! Futbol olmayınca ekranların sözde spor programları da yok oldu, dolayısıyla aklınca spor programı izleyenler de arınma fırsatı buldu… Ama biliyoruz ki maalesef yine gelecek cacık yapanlar, ruh çağıranlar… Ve spor programı diye bizlere seviyesizliği sunmaya çalışacaklar.
-          Okuma fırsatı arttı. Ben bile daha fazla kalın kitaplar okudum! Ama gazeteler… Mesleğimin ürünleri… Böyle bir dönemde tiraj patlaması yaşamaları gerekirken daha da beter oldular. Yani Türkiye’de gazeteciliğin bittiğini bir kez daha gözler önüne serdiler… Buna çok üzüldüm…
-          Evlerde en büyük hobi yemek oldu… Yemek ve yapmak…. Bir anda kilolar alındı. Sonra normalleşme başladı. Ve evde yemek işi keyfe dönüştü. Hatta içenler dışarıda aldıkları zevki evde almayı öğrendiler… Evlerimizin güzel yaşam yerleri olduğu ortaya çıkıverdi… Evler demişken, orta sınıf olarak ev yaşamlarında eski adetlerin keyfi çıktı ortaya. Mesela balkonlu evler. Elbette herkesin bahçeli evde oturma şansı yok ama balkon bir ev için çok da fazla lüks değil. Ya da binaların ortak bahçelerin süs olmaktan keyif alanlarına dönüşü… Kenarda unutulmuş muhabbetlere yeniden kavuşma keyfiydi…
-          Şu süreçte çok düşünme fırsatı bulduk. En azından ben buldum. Neler yaşadığımı hatırlama fırsatım oldum. Yaptıklarım arasında hatalarımı anımsadım. Vazgeçilmezim ailem dışında dostlarımı tarttım. Dostlarımla dost sandıklarımı… Hayatta ne yaşadığımı ve neler yaşamak istediğimi… Hedefler koydum kendime, gerçekleştirme olasılığı olan… Zaman gösterecek elbette… İnsanın çapı doğrultusunda yaşamasının daha keyifli olduğunu ve gerçek, kendine yakın dostlarına bu yaştan sonra daha çok sarılmasının önemini iyice hissettim. Bunun başlıca nedeninin onların bir ömür çıkarsızca yanımda olmaları olduğunu hatırladım.
1 Haziran 2020 tarihi itibarıyla normalleşme adı altında eski yaşamlara dönmek için ilk adımlar atılacak…
Aklıma hemen zavallı İstanbul geliyor…
Sıkı dur şehrim… Doğduğum büyüdüğüm şehir… Seni bitirmeye doymayanlar yine kolları sıvayacaklar… Bu kez kendilerini de bitirme pahasına dağılacaklar her tarafa… Tedbir falan hak getire…
Elbette böyle bir süreci bir daha yaşamamak en büyük dileğim ama arayacağımız anları da olabilir…
Umarım herkes farklı olmak kaydıyla her türlü uyarıyı alarak yeni döneme başlar…